29 Aralık 2010 Çarşamba

Enternasyonal 1.0

Karl Marx ve Friedrich Engels 1848'de yayımlanan Komünist Manifesto'nun sonunda, 'Bütün Dünya işçileri birleşiniz' diyordu. Aradan geçen 162 yılda arzu ettikleri boyutta küresel bir işçi birliği kurulamadı ama Marx'ın hayali bugün tarihte hiç olmadığı kadar gerçeğe yakın olabilir.

Bunu mümkün kılabilecek olansa bir süre önce internette kurulan bir sosyal ağ: Unionbook! Facebook'u model alıp örgütlenen site üye, uzman ve yönetici olarak görev yapan dünyanın her yerinden sendikacıların sanal ortamda biraraya geldiği bir platform.

Şu an için ağırlıklı olarak Batılı ülkelerden 2800'e yakın üyesi var ve her geçen gün artıyor. Halen geliştirilme aşamasındaki unionbook.org adresli sitenin anadili İngilizce ve 30 dilde içeriğe sahip. Ayrıca siteye Türkiye'den de ciddi bir katılım var. İnternet bağlantısı olan işçi ve sendikacıların iletişim, örgütlenme ve dayanışma platformu olması hedeflenen Unionbook, doğrudan demokrasiye imkân tanıyan yapısıyla küresel işçi hareketi için Web-enternasyonalizmi döneminin kapısını aralamış olabilir.

Projenin arkasında Kanada merkezli LabourStart adlı bir ekip bulunuyor. Sitede farklı amaçlara dönük olarak çok sayıda grup kurulmuş. Bunlardan biri olan Sosyal Ağ Sendikacılığı grubu, ulusal sendikal üyeliklerin de korunarak işçilerin uluslararası birliğini hedefleyen bir sendika kurmak amacıyla bir tartışma platformuna dönüşme aşamasında.

Bu yazı Newsweek Türkiye'nin 27 Aralık 2010-9 Ocak 2011 tarihli 114/115'inci sayısında yayımlanmıştır.

14 Aralık 2010 Salı

Bin yılın sorusu: Batı ekonomik güce dönüşürken Ortadoğu neden geri kalmıştı?

9 Mayıs 1665. İstanbul'da bir mahkemede, o dönemde yeni rastlanan türde bir dava görülüyor. Kadının karşısında davacı olarak Mehmet adlı bir tüccar var. Mehmet'in şikâyetçi olduğu kişi ise İngiltere Büyükelçisi Heneage Finch. Mehmet, kendisine borçlanan bir grup İngiliz tüccarın ortadan kaybolduğu gerekçesiyle, alacağının tüccarlara kefil olan Büyükelçi tarafından ödenmesini istiyor. Söz sırası kendisine gelen Finch, İngiliz mağrurluğuyla kadıya Osmanlı devleti ve İngiltere arasında imzalanan bir kapitülasyon metnini uzatıyor. Anlaşma, bir İngiliz'in bulunduğu ticari davalarda eğer ortada bir belge yoksa iddiaların dinlenemeyeceğini hükmediyor. Anlaşmayı inceleyen kadı, Mehmet'ten iddiasını kanıtlayacak bir belge istiyor. Ancak elinde herhangi bir belge yok. Kadı davayı usulen reddediyor.

O dönemde saf Osmanlı tüccarlarının sadece verilen bir söze güvenerek başkalarına borç verebilmesinin arkasında, modern dünyada kullanılan ekonomik enstrümanlardan habersiz olmaları yatıyordu. Oysa Ortadoğu topraklarında ticaret yapan Batılılar yeni ticari yöntemlere yıllardır alışkındı ve bunları elde ettikleri ayrıcalıklarla Ortadoğu ülkelerinde de uygulayabiliyorlardı. Yaşam ve ticaret biçimlerindeki bu bölgelerarası farklılık, yüzyıllar içinde oluşan ve dünyanın kaderine damga vuran derin bir ayrışmanın küçük bir örneği sadece. Bugün insani gelişme endeksi, kişi başına gelir, okur-yazarlık oranı gibi gelişmişlik göstergelerinde Ortadoğu ülkeleri, OECD ülkelerinin epey gerisinde yer alıyor. Türkiye ise bölgede özel bir konumda. Bir yandan coğrafi ve tarihi bakımdan Ortadoğu'nun bir parçası olduğu için bugünkü ekonomik problemlerinin bir bölümünü bölgenin geçmiş dinamiklerinden devralıyor, öte yandan Osmanlı'nın son dönemlerinden başlayarak çizdiği farklı yörünge sayesinde ekonomik performansı bölgedeki diğer ülkelerden daha olumlu.

Yine de rekabet gücünü ve gelir düzeyini frenleyen, çözümü yapısal reformların hayata geçirilmesine bağlı olan temel problemler söz konusu. Örneğin, Türk şirketlerini daha yüksek bir standarda kavuşturarak rekabet gücünü arttırması beklenen yeni Ticaret Kanunu birkaç yıldır çıkarılamıyor. Başka bir problem Türkiye'nin iç tasarruf oranının düşüklüğü nedeniyle büyümek için dış sermayeye muhtaç olmasına rağmen iç tasarrufları arttıracak adımları atamaması. Bunun bir yolu şirketlerin halka açılarak kaynak temin etmesi. Ancak SPK ve İMKB'nin halka arz kampanyalarına rağmen şirketlerin çoğu geleneksel "aile şirketi" yapısını koruduğu ve kurumsallaşmaktan çekindiği için hisselerini halka arz etmeye pek yanaşmıyor. Öte yandan halkın sermaye piyasası kurumlarına duyduğu güvensizlik de önemli bir etken. Bu sorunların bir özelliği de her birinin İran ve tüm Arap ülkelerinde daha ciddi boyutlarda hüküm sürmesi.

Yüzyıllar boyu şekillenen davranış ve düşünce kalıplarının etkisiyle problemler birikerek miras kaldı. Avrupa Ekonomi Kuruluşu tarafından yapılan bir araştırmada dünyanın en önemli 1000 ekonomisti arasında yer alan yedi Türk ekonomistten biri olan, ABD Duke Üniversitesi Ekonomi Profesörü Timur Kuran yıllardır büyük çoğunluğunu Müslüman ülkelerin oluşturduğu Ortadoğu ile Avrupa'nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri arasındaki farkların nedenlerini araştırıyor. Avrupa ekonomik açıdan güçlenirken Doğu'nun neden azgelişmiş bir bölgeye dönüştüğünün izini tarihin derinliklerinde süren Kuran, son olarak 17'inci yüzyılda İstanbul'daki kadı mahkemelerinde görülen ticari davaların kayıtlarını kurduğu bir ekiple mercek altına alarak "Mahkeme Kayıtları Işığında 17'inci Yüzyıl İstanbul'unda Sosyo Ekonomik Yaşam" başlıklı, 10 ciltlik (İlk iki cilt İş Bankası Kültür Yayınları'nca yayımlandı) bir esere dönüştürdü. Dönemin ekonomik yapısını gözler önüne seren bu çalışmadan elde ettiği bulguların analiz edildiği ve Aralık başında ABD'de yayımlanan "The Long Divergence-How Islamic Law Held Back The Middle East" (Yollar Ayrılırken: İslam Hukuku Ortadoğu'yu Nasıl Geri Bıraktı) adlı kitabındaysa, Doğu-Batı gelişmişlik farkının temellerine ilişkin yeni tezler öne sürüyor. Kitabını ve çalışmalarını Newsweek Türkiye ile paylaşan Kuran'ın ulaştığı sonuçlar geçmişteki kimi araştırmalar gibi Ortadoğu'nun geri kalmışlığı sorununu dar görüşlü hükümdarlar, tutuculuk ya da İslami gericilik gibi klişelere bağlamıyor. Temel olarak iki bölgenin kurumsal yapıları üzerinden hareket eden Kuran, İslam toplumlarının sorununu devletin kendini yenileyememesinde değil, özel sektörün gelişmesini engelleyen hukuksal tıkanmalarda görüyor.

Yazının devamı 13-19 Aralık 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde.
(Fotoğraf: Ersan Yiğitsözlü - AA)

Not: The Long Divergence, Princeton Üniversitesi Yayınları'nca Kindle versiyonuyla birlikte yayımlandı. Kitabın Facebook sayfası da şimdiden tartışma platformuna dönüştü.

9 Aralık 2010 Perşembe

Günün menüsü: Yumurta, kuzu, biber, çorba

Güncel siyasetin son menüsünde, kâfi miktarda yumurta karıştırılmış kuzu (üzerinde kokteyl şemsiyelerle), özel biber gazıyla terbiye edilmiş kırık burun kemiği ve geleneksel “örgüt” çorbası bulunuyor.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) düzenlenen “Türkiye’de anayasa” konulu bir konferansta, katılımcılardan önce CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’un, hemen ardından da AKP milletvekili Burhan Kuzu’nun protesto edilmesi öğrencileri bir kez daha gündeme taşıdı. Sonuç: İktidar, protesto edilen konuşmacılar, görüşü sorulan siyasetçiler ve abuk bir açıklama yapan YÖK Başkanı yumurta krizinden geçer not almış değil.

“O yumurtaları atacaklarına yesinler, zihinleri açılır belki… 30 yıldır hocalık yapıyorum, bu kadar beyinsiz öğrenci grubunu bir arada görüyorum” diyen Kuzu’nun bu demeçleriyle de teyit edildiği üzere tartışmanın odağına öğrencilerin eylem biçimleri oturtuluyor. Kimse protestoların nedenine, öğrencilerin taleplerine dikkat çekemiyor. Bunu şimdilik bir kenara koyalım, burada tartışılacak bir konu varsa o da Pazar günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde üniversite rektörleriyle gerçekleştirdiği toplantıyı protesto etmek isteyen öğrencilerin Dolmabahçe’de neden acımasız bir polis şiddetine maruz kaldığıdır.

Dolmabahçe olayı aslında toplumun geleceği açısından umutsuzluğu artırıyor. Böyle bir olayda bile uzlaşamayan bir toplum, hangi olayda uzlaşacak? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, öğrencilerin gayet doğal, üstelik demokratik hakları olan bir protesto girişiminde, polis tekmeleriyle karnındaki bebeğini kaybeden 19 yaşındaki bir insana neden bu yaşta hamile kaldığı ve hamile haliyle neden eyleme katıldığı üzerinden suçlamalar yöneltilebilmektedir? Bu, “Eğer bir toplumsal eyleme katılıyorsanız ve iktidarı protesto etmek istiyorsanız polis dayağıyla karşılaşacağınızı bilin” mesajıdır. Sanki normal olan toplumsal muhalefet değil, bunun acımasız bir şiddetle polis tarafından bastırılması.

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın Ankara SBF’deki olayı öğrenci eylemi değil, “örgüt işi” olarak tanımlaması da iyice çorbaya dönen mevzuya tuz basar nitelikte. Böylece 1980’lerden itibaren nerede bir öğrenci protestosu yaşansa bunları “örgüt işi” olarak niteleyip toplumun dışında hareketler olarak göstermeye meyilli siyasetçilerin arasına katılmış oldu. Garip olan “İleri demokrasi noktasında” referandumda 12 Eylül’le hesaplaştığını ve darbe anayasasını değiştirdiğini iddia eden AKP’nin bu kalıplaşmış 12 Eylül zihniyetiyle toplumu okumaya ısrarla devam etmesi.

Başbakan Erdoğan, “Polisimiz gerekli tavrı ortaya koyacaktır” diyerek bir siyasi gafa da imza atmıştır. Yani bundan sonra bu tür durumlarla karşılaştığında polise nasıl davranacağıyla ilgili gerekli salahiyet en yetkili makam tarafından verilmiştir. Ayrıca YÖK Başkanı’nın bir süre “siyasilerin üniversiteye davet edilmemelerini ve konuşmak zorunda kalmamalarını temenni etmesi” de başka bir gaftır. Abdülhamit’in son Maarif Nazırı Mustafa Haşim Paşa’nın “Mektepler olmasa şu Maarif’i ne güzel idare ederdim” şeklindeki sözü var ya hani güldüğümüz. İşte bu mantıkla karşı karşıyayız. Siyasetçiler üniversitelere gidip konuşmasa, öğrenciler hiçbir şeyi protesto etmese, her şey süt liman devam etse, hayat bayram olsa, başımız hiç ağrımasa.

Ancak bir demokraside özellikle iktidardaysanız başınızın ağrımasına razı olmak zorundasınız. “İleri demokrasi noktası”ndan dem vurup öğrencileri şehirlere sokmamak, tek bir eleştiriyi bile kabul etmemek normal değil. Normal olan öğrencilerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının eylem ve protesto haklarını sorgusuz kabul etmektir. Çağdaş demokrasi noktası burasıdır. Konu yumurta değil, demokrasi meselesidir.

(Fotoğraf: Anadolu Ajansı )

19 Kasım 2010 Cuma

Merkezden fren hükümetten gaz

Bazen şaşırmamak da şaşırtıcı olabiliyor. Ana gündemini ticari dengesizlikler ve para birimlerinin değeri konularının oluşturduğu Seul'de düzenlenen G-2(0) -ABD ve Çin'in G-2 oluverdiği- zirvesinde ne Çin'in ucuz para birimi Yuan'a, ne de ABD'nin 600 milyar dolarlık son parasal genişleme kararının gelişmekte olan ülkelerde yol açacağı sorunları önlemeye dönük samimi bir karar çıkmaması, böyle bir durum. Zirvedeki bir toplantıda, "Herkes Kore'ye zirve ya da iş toplantısı için geldi, ben sadece iyi bir gece uykusu çekmek için geldim" diyen İngiltere Başbakan'ı David Cameron da belli ki şaşırmayanlar grubunda. Ama diken üstündeki dünya ekonomisinde çözümsüzlükteki bu ısrar yine de hayret verici.

Zirvenin ikna edici bir çözüm üretememesine karşılık, G-20'nin 15'inci sırasındaki Türkiye sermaye akımlarının mayıştırıp sürüklediği tatlı rüyasından uyanmaya başladı gibi. Kısa vadeli sıcak para girişlerine karşı ilk tedbirlerini açıklayan Merkez Bankası gecelik borçlanma faiz oranlarını (MB ile piyasa yapıcı bankalar arasında) 400 baz puan düşürüp yüzde 5,75'ten yüzde 1,75'e çekti. Ama bir süredir gecelik piyasada borçlanmaya çıkmayan MB'nin bu indirimi yabancı sermayeye, öteki faiz türlerinde de indirim yapabileceği sinyaliyle gözdağı vermekten öte geçmiyor. Bankaların ellerindeki TL mevduatın MB'de tutmakla yükümlü oldukları kısmını belirleyen zorunlu karşılık oranını da 0,5 puan arttırarak yüzde 6'ya çıkardı. Bununla birlikte Hükümet de seçim öncesi ilk büyük atağını gerçekleştirerek 200 bin kişiye iş yaratması öngörülen istihdam paketini ve küçük ve orta boy işletmelere (KOBİ) dönük olarak da 3 milyar TL büyüklüğündeki düşük faizli kredi destek paketini açıkladı. Şimdi soru, her biri bir sacayağı oluşturan bu önlemlerin ne kadar işe yarayacağı ve kimin nasıl faydalanacağı.

Yazının devamı 15-28 Kasım 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde
(Fotoğraf: Ümit Bektaş-Reuters)

Kars’ta iki gün…

Bu kadar zenginliği barındırıp bir o kadar da yoksulluk ve terk edilmişlik kokan kaç şehir vardır Kars’tan başka? Yüzlerce yıllık Ermeni kiliseleri, 19’uncu yüzyıl Rus mimarisinin izlerini bugüne taşıyan tüf taşından yapılmış tek katlı evleri, Puşkin’in 1829’da şehre geldiğinde “Baktıkça Kars’ı nasıl ele geçirdiğimize şaşıp kalıyorum” dediği kalesi gibi güzellikleri değil Doğu Ekspresi’nin son istasyonunda bugün tek başına dikkat çeken. Tarihe tanıklık etmiş yapıların hemen yanıbaşlarında yükselen bakımsız, metruk binaları, is kokusunun sindiği ışıksız tenha geceleri ve sessizce akıp giden günlük hayatı, saldıkları kahredici yalnızlık rengiyle tüm bunları gölgeliyor ne yazık ki.



Ermenistan sınır kapısının kapatılmasıyla katmerlenen işsizlik ve şehrin kanayan yarası göç, onlarca etnik ve dini kökenden insanın yaşadığı bu şehri, evlerin camlarına asılı ‘satılık’ tabelalarının işgaline maruz bırakmış Rus işgalinden yaklaşık 100 yıl sonra. Bir zamanlar hayvancılığın merkezi olduğu halde ünlü hayvan pazarı bomboş, şehirde en fazla rastlanan işyeri ise meşhur Kars gravyer peynirinin satıldığı peynir dükkanları.

10 Kasım’da vardık Kars’a. Atatük Havalimanı sağolsun; THY uçağına biletsiz yolcu sokma ve şüpheli bir durum olmadığını 150 yolcuya el bagajlarıyla kültür fizik yaptırarak tespit etme başarısını, yolcular arasında bulunan 20’ye yakın gazetecinin şahitliğinde sergilediği için uçağımız yaklaşık iki saat gecikmeyle kalktı. Kars’a indiğimizde hava kararmak üzere olduğu için fotoğraf çekme işi de ertesi sabah gün doğumuna kaldı.
.



Kars’a sebeb-i ziyaretimiz ise; Eczacıbaşı Topluluğu’nun “Eczacıbaşı Hijyen Projesi” kapsamında fiziki şartlarını yenilediği Arpaçay Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nun (YİBO) açılış törenini izlemekti. Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği halinde Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yürüttüğü ve 5 milyon TL’lik bir bütçe ayırdığı projeyle Eczacıbaşı, 2015 sonuna kadar 30 okulun derslik, yemekhane ve pansiyonlarında yer alan temizlik alanlarını (banyo ve tuvaletlerini) yenilemiş olacak. Proje sadece yenilemeden ibaret değil. Bugüne kadar binlerce öğrenciye kişisel hijyen ve tuvalet eğitimi verilirken, okullara temizlik ürünleri temin ediliyor, ayrıca topluluk çalışanlarından oluşan Eczacıbaşı Gönüllüleri tarafından da eğitim, sağlık ve çevre konularında çeşitli sosyal projeler hayata geçiriliyor. Bu kapsamda bir de bilgisayar odası armağan edilen Arpaçay YİBO’daki şenlik havası görülmeye değerdi. Düzenlenen resim yarışmasında dereceye giren ve yaptıkları resimlerin basılı olduğu tişörtler giydirilen 30 afacana ödülleri dağıtıldı. Açılış, öğrencilerin Kafkas dansı gösterisiyle sona erdi.



Bakın, yenilemesi daha önce tamamlanan Şanlıurfa Birecik YİBO’da beşinci sınıf öğrencisi olan Mustafa Karadaş ne diyor:

“Ben çok küçükken bizim köyde tuvalet yoktu. Sonra birgün babam evin önüne bir kuyu kazdı ve briketten bir tuvalet yaptı. Artık çok mutluydum. Annem evdeki çuvalları birbirine dikip kapı yaptı. Tuvaletimiz dışardaydı ve soğuk havalarda hiç gitmek istemiyordum. Yatılı okula geldiğimizde tuvaletler vardı ama çok kullanışlı değildi. Bu yıl o filmlerde gördüğümüz tuvaletlerin aynısını bizim okula yaptılar. Ve artık biz daha çok mutluyuz. Bize tuvaleti kullanmasını öğreten herkese çok teşekkür ediyorum.”

Arpaçay’da altıncı sınıf öğrencisi Kezban Gören’in bir dörtlükle ifade ettiği duygularıysa, farkında bile olmadığımız, belki de görmezden geldiğimiz bir problemin hallinin kilometrelerce uzaklıktaki insanlar için ne kadar mutluluk verici olduğunu gösteriyor:

“Ellerim tombik tombik
Kirlenince çok komik
Kirli eller sevilmez
Güzelliği görülmez”

Şüphesiz benzer sosyal faaliyetlere imza atan başka şirketler de var. Ama bu çocukların sevincinden alması gereken dersten ikmale kalanlar çoğunlukta. Basit dokunuşlarla güzellikleri ortaya çıkarmak, yıllardır süren ayıpları yavaş da olsa temizlemek mümkün. Çok uzaklarda bir okulda bir öğrenci sadece yeni tanıştığı fayans taşının mavi rengiyle mutlu olabiliyor. Haberiniz var mı?

9 Kasım 2010 Salı

Washington portakalı el yakacak

16 Aralık 1773'de henüz bir İngiliz kolonisi olan Boston'da, ABD'li milliyetçiler, İngiltere'nin uyguladığı yüksek vergileri protesto etmek için ayaklanıp Kızılderili kılığına girerek Boston Limanı'nda demirli İngiliz gemilerindeki tonlarca çayı denize döktü. İngiliz esaretine meydan okuyan ABD'li milisler tarihe "Boston Tea Party (Boston Çay Partisi)" olarak geçen bu eylemle Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı tetikleyerek bir ulusun kaderini değiştirdi.

236 yıl önceki bu olaydan ilhamla "Çay Partisi Hareketi" adını benimseyerek 2009 başlarında ABD'nin birçok bölgesinde düzenlenen protestolarla kurulan ultra liberal, aşırı sağcı ve muhafazakâr hareketin mensupları da tıpkı esinlendikleri ataları gibi tarihi bir değişikliğe yol açmış olabilir. Zira, yürüttükleri yaygın propagandayla, krizin başında büyük umut bağlanan ancak ekonomide beklenen iyileşmeyi bir türlü gerçekleştiremeyen Demokrat Partili Başkan Barack Obama'nın 2 Kasım'daki ara seçimlerde Cumhuriyetçi Parti karşısında uğradığı hezimetin mimarı oldular. Hareketin merkezinde göçmen karşıtları, bireysel silahlanma hakkı savunucuları, eşcinsel evlilik karşıtları gibi ABD'nin tutucu kesimlerinin barınması ise yol açabileceği olası değişimin pek umut verici olmadığını gösteriyor.

Yazının devamı 8-14 Kasım 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde
(Fotoğraf: Kenan Çimen-AA)

4 Kasım 2010 Perşembe

CHP’de güz sancısı

CHP'nin geçen Haziran ayında düzenlediği ve benim de bir bölümünü izlediğim Trakya gezisinde halkın gösterdiği yoğun ilgi seçim otobüsündeki partililerce iktidar işareti olarak yorumlanıyordu. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun partinin güçle özdeşleşen ismi Genel Sekreter Önder Sav’ın bir adım gerisinde olduğu yönündeki toplumsal algıyı ise pek umursamıyorlardı.

Kılıçdaroğlu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın tüzük uyarısıyla başlayan süreçte üzerindeki “gölge lider” imajını silmek için, belki de Genel Başkanlık koltuğuna oturduğundan bu yana hazırlandığı savaşın düğmesine bastığı için artık umursuyorlar. CHP’deki dönüşümün tartışıldığı bunca aydır aslında değişim adına hiçbir şey olmadığı, tarafların elleri kılıçlarında partiye hakimiyet mücadelesinde hamle anını bekledikleri de -gereği yoktu ama- tam olarak ispatlanmış oldu.

“CHP’nin politbürosu” olarak nitelenen Önder Sav, genel sekreterin parti örgütü üzerindeki etkinliğini azaltacak yeni tüzüğe karşı çıkıp iptal ettirmek isteyince Kılıçdaroğlu için hamle vakti geldi ve yeni Merkez Yürütme Kurulu’nu (MYK) ilan ederek Sav ve Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay'ı dışarıda bıraktı. Tasfiye edildiğini gören Sav ve ekibi de eski MYK’nın görevine devam ettiğini ve Kılıçdaroğlu’nun katılmadığı Parti Meclisi’ndeki oylamada olağanüstü kurultayın 27-28 Kasım’da toplanması kararı alındığını açıkladı. Ancak Kılıçdaroğlu kanadı Kurultay için ne zaman müsait olduğunu henüz açıklamış değil. CHP için sancılı bir süreç.

Soru şu: CHP’yi ikiye, hatta “Baykalcılarla” birlikte üçe bölen bu sancıdan asıl değişim doğar mı? Eğer bu süreç yıllardır partinin hangi organına kimin getirileceğine, hangi ilde kimin milletvekili listesine gireceğine tek başına karar verenlerin sultasına son verebilirse olabilir. Ama aktörler değişip, adetler değişmezse bu da ancak yeni bir hayal kırıklığı olur.

Yeni listeyle Kılıçdaroğlu siyaseten bağımsızlığını ilan etti. Bunu tescilleyecek ve çok tartışılan liderliğini perçinleyecek olan yer ise şimdiye kadarki en büyük siyasi sınavını vereceği ve artık kaçınılmaz hale gelen kurultay olacak. Tabii başarabilirse. Başaramazsa, bu süreç CHP’yi tam unutulmuşken, 1990’lardaki “kurultay partisi” konumuna tekrar sürükleyebilir ve en korkuncu da herhalde bu olur.

Bu arada; Youtube açılır açılmaz, siteye yüklenip tekrar gündeme getirilen Deniz Baykal videosunun zamanlaması ne kadar tarihi oldu yine.

3 Kasım 2010 Çarşamba

DCM: Türkiye’nin ilk online dijital otomobil dergisi.


İnternetle tanıştığımızdan bu yana dijital dünyanın hayatımızı ve geleceğimizi nasıl değiştireceğini tartışıp duruyoruz. Son iki yıldır ise -Amazon’un Kindle adlı e-kitap okuyucusunu ve Apple’ın iPad’i çıkarmasıyla- tartışma özellikle yayıncılık ve medya sektörüne odaklanmış durumda. Tablet teknolojisi, mobil telefonlar, sosyal ağlar derken, hem kitabın hem de gazete ve dergilerin dijital versiyonları basılı versiyonları karşısındaki payını gün geçtikçe arttırıyor.

Yeni medya eskiyi değiştirip, alışkanlıkları kırarken sayfaları tıklanarak çevrilen interaktif yayınlar arasına Türkiye’den bir yenisi daha katıldı. Türkiye’nin ilk online dijital otomobil dergisi Digital Car Magazine (DCM) 1 Kasım’da çıkan ilk sayısıyla yayın hayatına hızlı bir giriş yaptı. Genel Yayın Yönetmenliği’ni otomobillere olan tutkusunu yakından bildiğim Aykut Özdek’in yaptığı DCM, benzersiz fotoğraflar ve çarpıcı videolarla otomobil meraklılarının beğenisini kazanacak dopdolu ve enerjik bir dergi olmuş. En yeni otomobillerin testleri, ilk kez görülecek otomobil modelleri ve ilginç araştırma konularıyla yepyeni bir içerik sunan aylık dergiye online ve ücretsiz olarak web sitesinden ulaşabiliyorsunuz. Şahsen, “Sence en iyi kaçış sahnesi hangisi” konusuna uzun süre takılıp kaldığımı itiraf edeyim. 

DCM, Türkiye’de yayıncılığın değişen trendlerini otomobil dergiciliğine uyarlayan yeni bir sayfa. Emeği geçenlerin ellerine sağlık zira tam bir görsel şov. Yolun açık olsun DCM.

2 Kasım 2010 Salı

Türk şirketlerinin finans MR'ı

İstanbul Yenimahalle'de oturan bir arkadaşım bugünlerde çok sıkıntılı. Çokuluslu ünlü bir firmanın ortağı olan yerli bir işletmenin satış departmanında yıllardır çalışıyor, ancak yabancı firma Türkiye'deki ortaklığına son verip tüm operasyonlarını kendi başına sürdürmeyi planlıyor. Arkadaşım doğal olarak yeni yapılanmada işini kaybetmekten korkuyor. New York'ta alınacak bir karar İstanbul'un mütevazı bir semtinde bir evin ruh halini küreselleşme sayesinde bir gün içinde işte böyle değiştirebiliyor. Aynı durumda olan çok fazla çalışan var. Ama patronlar da en az çalışanlar kadar zor bir dönemden geçiyor. Zira artık her biri bir satranç oyuncusu gibi. Stratejik hamlelerinden önce Çin'in rezerv politikalarından ABD Merkez Bankası FED'in faiz kararlarına, ülkeler arasında yaşanan kur savaşlarından ikinci dip söylentilerine kadar düşünmeleri gereken çok fazla faktör var.

Yazının devamı 1-7 Kasım 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde
(Fotoğraf: Cem Uçak)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Haber yapmış gibi yapmak ya da tekrarlayıcılar

Hayatta bazı şeyler çok kolaylaştırılabilir. Mesela bir çalışan, patronu etrafındayken çalışıyormuş gibi yapıp, o ortadan kaybolduğunda, kaldığı yerden kaytarmaya devam edebilir. Ağzı çok laf yapan biri sıra eyleme geldiğinde bahaneler üretmeye başlayabilir. “Self marketing” de çok önemli iştir, vesselam…

Bizim meslekte de bazı şeyleri çok kolaylaştırabilirsiniz. Ve bunu yukarıdakilere çok benzeyen biçimlerde yapabilirsiniz. Aslında işimizin en zor kısmı fikir bulmaktır. Yaratıcılık, özgünlük buradadır. Çünkü fikri haberleştirme genellikle aynı süreçten geçmeyi gerektirir. Problematiği oluşturursunuz, konunun uzmanlarından görüşler alırsınız, kitaplar karıştırırsınız. Ve farklı fikirlere de yer verdiğiniz yazınızı kaleme alırsınız. Kimi zaman bazı konular çok ilgi çeker, gündeme oturur, herkes o konudan bahseder. Bakış açınızla bu tür konuları da öyle bir yerinden tutmayı akıl edersiniz ki, sonunda çok konuşulmasına ve hakkında çokça yazılmasına rağmen orijinal bir haber çıkarırsınız ortaya.

Bununla birlikte kolayından haber yapma yolu diyebileceğimiz bir metot da vardır bu işte. Eğer böyle bir yol izleyen bir gazeteciyseniz o zaman işiniz çok kolaylaşır. Dergi, gazete karıştırırsınız ve yukarıdaki süreçten geçmiş bir haber bulursunuz. Haberdeki fikri sanki kendi fikrinizmiş gibi, üstüne yeni hiçbir şey koymadan alır, başka uzmanlardan da görüşler ekleyerek, sanki ilk kez siz yapıyormuş gibi aynı haberi baştan yazarsınız. Hatta, hazırdaki haberde adı geçen aynı uzmanlardan bile görüş alabilirsiniz, nasıl olsa yapım aşamasında artık gazeteci haberi içselleştirdiği için bunda da sakınca görmez. Bu tür gazeteciler esinlendikleri, daha doğrusu tekrarladıkları haberi ilk kez yayınlayan yayın organından hiç bahsetmez, atıfta bulunma gereği duymazlar. Okuyucuların bir kısmı haberi ilk defa o mecrada okuduklarını zannederler. Yazarlarına sorsanız, “Zaten bütün Türkiye bundan bahsediyor” deyip işin içinden bir güzel sıyrılıverirler.

Bu yöntemi adet edinmiş gazeteciler vardır. Aslında yeni bir tür kategoriden söz ediyor olabiliriz. “İliştirilmiş gazeteci” olarak Türkçeleştirilen “embedded journalist” gibi, bu tür haber yapanlara “tekrarlayan haberci” anlamında “reiterative journalist” diyebilir miyiz acaba?

Ne isme ne cisme gerek var bence. Bu konudan en çok mağdur olan mecralardan biri olan Newsweek Türkiye’nin ve pek tabii iyi okurların gözünden kaçmadığına dair bir not düşelim sadece. Neticede “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”

22 Ekim 2010 Cuma

Türkiye'nin yeni Ponzi oyunu

2010'un ilk yarısının sanılandan da iyi geçtiği, Türkiye'nin krizden hızlı çıktığı ve bütçe açığıyla büyüme rakamları gibi makro göstergelerinin dünyayla kıyaslandığında gerçekten parlak olduğu ortada. Böyle bir ortamda açıklanan ve 2011-2013 yılları için ekonominin yol haritasını çizen Orta Vadeli Program (OVP) ise biraz daha ihtiyatlı bir dönemin habercisi gibi.
Özellikle de yüzde 6,8 olarak öngörülen 2010 büyüme oranı piyasalarda çeşitli kurumların yüzde 9'lara kadar varan tahminleri havada uçuşurken biraz muhafazakâr kalıyor.

Üstelik, ekonomik tabloya dair olumlu haberler peşi sıra gelirken ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) rekor üstüne rekor kırarken. Hükümet pekâlâ piyasa beklentilerine yakın bir büyüme hedefi koyabilecekken, Devlet Bakanı Ali Babacan'ın da nispeten ihtiyatlı bulduğu daha düşük bir oranı tercih etmesi ilginç. Acaba piyasalar Türkiye'yi olduğundan daha iyi gösteriyor olabilir mi? Bundan kuşkulananlar, amiyane tabirle "acaba bizi mi yiyorlar" diye soruyor.

Yazının devamı 18-24 Ekim 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde. (Fotoğraf: Ozan Köse-AHT)

21 Ekim 2010 Perşembe

Fransa’da La Haine günleri

Mathieu Kassovitz’in yönettiği, 1995 yapımı La Haine (Nefret) filmi gösterime girdiğinde (‘Protesto’ diye çevrilmişti o günlerde) üniversitenin ilk sınıfındaydım ve Beyazıt’ta birlikte heyecanlı günler yaşadığımız arkadaşlarımla ‘hayat boyu hatırlanacaklar’ kategorisine almakta hiç tereddüt etmemiştik. Paris gettolarında yaşayan üç gencin gelecekten duyduğu endişe ve yoksulluk problemlerinin ortasında kıstırılmış hayatlarının bir gününü anlatan filmi sinematografik başarısından daha çok bugün Fransa’nın içine düştüğü durum hatırlatıyor.

Fransa sokaklarının tekrar gençlik ve sendika eylemleriyle sarsılmaya başlaması özel bir dönemde gerçekleşiyor. Fransa’nın göçmenlere yönelik sert politikaları son olarak ekonomik krizin atlatılabilmesi için açılan tedbir paketleriyle birleşince yeni protesto dalgasını da tetikledi hemen. Polis ve öğrenciler arasındaki sokakları savaş alanına çeviren çatışmalar ve greve giden çalışanların günlerdir hayatı felce uğratması Sarkozy’nin emeklilik yaşını 60’tan 62’ye çıkaran “emeklilik reformu”na duyulan tepkilerden kaynaklanıyor. Grevler nedeniyle ülkede dört bin benzin istasyonu işlemedi, Paris’te benzin bitti, Lyon’da dükkânlar yağmalandı, banliyölerde araçlar ateşe verildi, demiryolları işçilerinin eylemi ulaşımı aksattı. İçişleri Bakanlığı önceki gün bir milyon kişinin sokaklarda olduğunu ve 1500 kişinin göz altına alındığını duyurdu.

1789 Fransız Devrimi’ni, 1848 Devrimi’ni, 1871 Paris Komünü’nü, Mayıs 1968’i yaratan ulusun isyankâr geleneği acaba 2010’un kalan aylarından birini de tarih kitaplarına geçirecek daha şiddetli olayların sahnesine çevirebilir mi?

Açıkçası hiç şaşırtıcı olmaz. Bugünün yakın geçmişten farkı hem çalışanların hem de onların tepkilerini hafifletmek isteyen hükümetlerin benzersiz bir dönemden geçiyor olması. Zira artık iki yıldır dünyayı kasıp kavuran ve bir türlü çözülemeyen küresel krizin özellikle Avrupa’da sosyal patlamaya doğru evrildiği günlerdeyiz. Bu kez, daha fazla neoliberalizm uğruna çalışanların haklarını kısıtlamaya kalkan ama tepki gördüğünde kopardığı tavizlerle yetinmeye razı bildik bir kapitalist denemeden uzağız. Krizle mücadele etmek için bütçe açıklarını arttıran Avrupa ülkeleri borç batağına doğru sürükleniyor, bütçe açıklarını nasıl kapatacağının hesabını yapmaya çalışıyor. Fransa’daki emeklilik reformunun niyeti 70 milyar euro tasarruf elde etmek ve ileride yaşlanan nüfusun emekli maaşlarını ödeyemez hale gelmekten yırtmaya çalışmak. Reform geçmezse ülkenin AAA olan kredi notunun düşürülüp, daha düşük faizle dış borcunu ödediği (Türkiye’nin aksine) bu nispeten pembe günlerin sürdürülememesi söz konusu. Benzerini kısa bir süre önce Yunanistan’da gördüğümüz bu tür önlemler Avrupa’nın devlerinde artık vazgeçilmez bir zorunluluk ve daha kötüsü de şu ki, bu önlemlerin bile krize çözüm olamayacağından endişe eden hatırı sayılır bir kitle var.

Sert mücadelelerle elde ettiği sosyal haklarını kaybetmek istemeyen çalışanlarsa sendikalar eliyle kalelerini muhafaza etmeye çalışıyor. Oysa bu saldırılar henüz başlangıç. Avrupa’da sosyal devlete veda dönemi bu. Devlet ve çalışanların savaşının olası iki sonucu da keyifsiz bir dünyaya işaret eden tam bir açmaz. Çalışanlar haklarını korumayı başarırsa bütçe açıklarına bağlı yeni bir kriz dalgası gelecek ve sonuç dönüp dolaşıp yine en başta çalışanları vuracak. Şimdi haklarını koruyamaz ve önlemlere razı gelirlerse tarih boyunca bin bir zorlukla elde edilmiş sosyal haklar ciddi biçimde törpülenmiş ve çok uzun bir süre rafa kaldırılmış olacak.

Fransa, giderek Avrupa ve hatta dünya, gökdelenin ellinci katından atlayan Fransız filozofun “Yere inmeme daha çok var” felsefesini benimsemiş La Haine’in Hubert karakteri kadar bile iyimser olamayacak durumda.


(Fotoğraflar: Reuters, AP)

24 Ağustos 2010 Salı

Taşı toprağı sükûnet İstanbul

Aynı anda hem kaçmak istenen hem de sayısız güzelliğine sığınılan kaç şehir vardır ki yeryüzünde? Ama bu daha çok son 20 yılın duygusu. Bir de kaçıp uzaklaşmayı hiç düşünmeden, doya doya İstanbul’u yaşayanların dönemleri var ki, maalesef o günlere dair ancak fotoğraf bulabiliyoruz artık.

Bu dönemlerden bir demeti İstiklal Caddesi Mısır Apartmanı’nda yer alan Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde “Fotoğraf Geçidi 2010” projesi kapsamında sergilenen Ozan Sağdıç’ın “1950’ler İstanbul’u” fotoğraflarından görmek mümkün. 3 Eylül’de sona erecek olan sergide 1934 doğumlu sanatçının seçme İstanbul fotoğraflarının her biri şehrin geçmişine doğru çıkılan birer yolculuğa dönüşüyor. Öyle ya, Galata Köprüsü’ndeki Adalar vapur iskelesi, Sirkeci’de müşteri bekleyen şehirlerarası dolmuşların şoförleri, karlı bir kış günü İstiklal Caddesi’nden süzülen Şişli-Sirkeci tramvayı, buzlarla kaplı Boğaziçi’nin tenhalığı, Kadıköy’ün ahşap evlerinin benzersiz estetiği bugün İstanbullu’nun rastlayabileceği görüntüler değil.

Nüfusu bir milyonu henüz devirmiş İstanbul’un denizinin artık tarihe karışmış cömertliği de imrendirici. “Boğaz’daki uskumru ve palamut akınları Haliç’i bile dolduruyordu. Kuzu gibi toriğin tanesi 50 kuruşa satılıyordu. Sahiller boyunca çiroz kurutma tezgahları göze çarpardı. Eminönü balıkhanesine 300-400 kiloluk orkinozlar gelirdi” diye hatırlıyor o günleri Sağdıç. Eminönü’nden Karaköy'e kadar Galata Köprüsü boyunca onlarca balıkçı teknesinin bir donanma gibi Haliç’in girişine yayıldığı fotoğraf bu satırları öyle güzel özetliyor ki.

Ozan Sağdıç, 1956’da yayın hayatına yeni başlayan Yeni Hayat Mecmuası’nın kadrolu iki foto muhabirinden biri (diğer isim Ara Güler) ve fotoğrafı toplumsallaştıran isimlerden Henri Cartier Bresson’un döneme damga vuran gerçekçilik akımının temsilcisi bir kuşağın üyesi. Bu sayede şehrin yaşam biçimi ve sosyo ekonomik yapısı, benzersiz coğrafyası ve albenisi kadar yansıyor çalışmalarına. “Ben fotoğrafa başladığım zaman, rollfilm 120 kuruştu” diyor sanatçı siyah beyaz fotoğraflarının arasına serpiştirilen notlarından birinde, “1955’ten itibaren ülke döviz bunalımına tosladı. Batı malları hiç bulunmuyordu. Et de 5-6 liraydı. Yarım kilo ekmek 30 kuruştu ama nedense fırınların önünde kuyruklar oluşuyordu.”

Yaşayanların yoksulluğuna rağmen Sağdıç’ın “Hayat göreceli olarak galiba daha basit, daha sade ve halk ilişkileri daha bir sükûnet içindeydi” sözleri şehrin tılsımlı çekiciliğinin daha baskın olduğunun kanıtı gibi. Belki de bugün İstanbul’dan bu nedenle kaçmak istiyoruz. O sükûneti özlediğimiz için.

22 Ağustos 2010 Pazar

Orhan Pamuk kitabını beklemek

Orhan Pamuk’un yeni kitabı “Manzaradan Parçalar-Hayat, Sokaklar, Edebiyat”ın piyasaya çıkması için birkaç gün kaldı. Kitabın basın bülteni geleli beri yaklaşık 15 gündür sürdürdüğüm geri sayımın ve sona yaklaştıkça artan heyecan dolu bekleyişin aynısını, bundan önceki kitabı Masumiyet Müzesi iki yıl önce bugünlerde okuyucusuna kavuşmak için gün sayarken de hissediyordum.

Bu, her yazara karşı hissettiğim bir duygu değil. Ayrıca sadece bana ait de değil bu duygu, “Orhan Pamuk kitabını beklemek dönemi”nin heyecanını paylaşan çok fazla insan var. Benzeri sık yaşanmayan bir okuma keyfinin doruklarında gezdireceğinden neredeyse emin olunan bir kitaba erişebilmek için katlanılmaz bir merakın çekiştirdiği gelmek bilmeyen günler bir çeşit sabır testine dönüşür fanatik Pamuk okuru için. Üstelik bu ciddi bir hazırlık evresidir aynı zamanda. Elde okunan bir kitap varsa diğer bütün işler savsaklanıp ertelenerek hızla bitirilmeye çalışılır. Yeni bir kitaba başlanmak üzereyse kalan günlerde bitirilebilecek kalınlıkla olup olmadığına bakılır. Değilse hiç başlanmaz. Zihin, bir sonrakinin ne zaman tecelli edeceği belli olmayan bu müstesna an için yavaş yavaş boşaltılır. İpuçları toparlanır sağdan soldan; konusu öğrenilmeye çalışılır, nerede ve ne kadar sürede yazıldığı da. Kitabı okuma şansına erişebilmiş yayınevi editörlerinin yerinde olmak bile istenir.

Ve o gün geldiğinde erkenden kitapçıda alınır soluk. Raflar incelenir, kitabın bulunduğu reyonla ilk göz teması adımları hızlandırır. En pürüzsüz kopyaya sahip olmak birkaçını elden geçirip hafiye titizliğiyle incelemeyi gerektirir. Kapakta ve sırtta çizik, kırışıklık var mı, sayfalarda kayma ya da silik basılan bölümler var mı gibi sorular benim gibi takıntılı okur için olay yeri incelemesinin rutin ilk adımlarıdır. İtinayla yerleştirilir çantaya ve okuma mekânına doğru tutulan en uzun yolculuklardan biri başlar. Ben şayet iş günüyse kaytarmanın yollarını arayıp eve kapanmaya çalışırım açıkçası.

Başaramazsam da akşam evdeki seramoni hali önceden bellidir. Hızla yenen bir yemekten sonra dumanı tüten sert bir filtre kahve, üst üste yığılı sigara paketleri, küllük, kitap ayracı, not defteri ve birkaç kalemin itinayla yerleştirildiği sehpa koltuğun kenarına usulca çekilirken ve ilk sayfa çocuksu bir coşkuyla açılırken, kahve bittikten sonra alınacak çay da mutfakta yavaş yavaş demlenmeye başlamıştır. Eskiden okuduğum hiçbir kitabın satır altlarını çizemezdim. Bu takıntımı çoğu kitap için kırdım, ama Pamuk kitapları bunlara dahil değil. Ama okuma anının en zor tarafı bu değil. Bir an önce sonu gelsin diye hızla okumakla, bu keyif mümkün olduğu kadar uzasın diye okumayı yavaşlatma arasında bocalama evresi hüküm sürer bu aşamada. Kimi zaman biri kimi zaman diğeri galip gelir. Kitap bittiğinde hissettirdikleri de “Manzara’dan Parçalar” bittikten sonra yazacağım postun konusu olsun.

Newsweek Türkiye
'de Kürşad Oğuz (itiraf ediyorum, daha piyasaya çıkmayan kitabı elinde gördüğümde kendisini çok kıskandım), “Büyük bölümü daha önce yayımlanmış olsa da, bir bütün olarak okunduğunda ‘Manzaradan Parçalar’ın bir hayli özel olduğu söylenebilir. Pamuk’un yaşlandıkça yalnızlaştığını anlattığı satırlardan babasının ölümüyle girdiği hesaplaşmaya, kitaplarında intikam aldığı kişilerden otuz bir çekmekle ilgili travmalara kadar uzanan bir ‘özellik’ bu” diye yazıyor bu hafta. Kitapla ilgili bahsettiğim ipuçları da o yazıda yer alıyor. Oğuz, Pamuk’un Türkçe’de yayımlanmamısş başka bir kitabının ABD’de “2010’un kalan günlerinde en çok beklenen kitaplar” listesinde gösterildiğini, geçen yıl Harvard Üniversitesi’nde verdiği edebiyat derslerinden oluşan kitabın ABD’de Kasım’da, Türkiye’de ise 2011 baharında okunabileceğini de belirtiyor.

Orhan Pamuk kitabını beklemek duygusu da belli ki Orhan Pamuk gibi uluslararası bir hal almış. Üstelik bu sefer biri bitmeden diğeri başlayan bir beklemeden bahsediyoruz.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Nasıl ‘hayır’ dersin???

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, iş dünyasının çok büyük bir kesimini fırçalamasına şahit oluyoruz yine. İlk önce Habertürk TV’de Yiğit Bulut’un Sansürsüz programında TÜSİAD’ı harcadı, bir gün sonra da TOBB Başkanı ve yönetim kurulu üyelerini.

Her iki kuruma yüklenmesinin nedeni yaklaşan anayasa referandumunda evet oyu kullanacaklarını açıklamamaları. TÜSİAD’a “Rengini belli et, bitaraf olan bertaraf olur”; TOBB’a da, “Sizin gibi bir işadamı örgütü bu pakete nasıl ‘hayır’ der” diyor.

Başbakan’ın TÜSİAD’la yıldızı zaten çok uzun süredir barışık değil. Şimdiye kadar defalarca bu kurumu karşısına almaktan çekinmedi Erdoğan. O derece ki, birkaç ay önce başkanlık görevini bırakan Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın yerine uzun süre aday çıkmaması, kimsenin bu ateşten gömleği giymeye cesaret edemediği şeklinde yorumlanmıştı.

Öbür yandan TOBB’un durumu daha enteresan. Zira Erdoğan kimi zaman sanki bu örgütten kazık yemiş gibi davranıyor. Geçmiş yıllarda başbakanların iş dünyasının temsilcileriyle bir araya geldiği ve gazetelerin ekonomi sayfasına yansıyan fotoğrafların neredeyse tamamında TÜSİAD başkanları ya da üyeleri yer alırdı. AKP iktidarıyla tablo değişti ve giderek güçlenen Anadolu sermayesi fotoğraf karesinin kahramanları haline geldi. Artık Ankara’da iş dünyasını TOBB, Türkiye İhracatçılar Meclisi, MÜSİAD gibi kurumlar temsil ediyor. Erdoğan da bu tercihin karşılığı olarak kendilerinden her toplumsal meselede yanında yer almalarını istiyor. Ancak bu beklentisi arzu ettiği ölçülerde gerçekleşmediğinde bu kesimi de fırçalamaktan çekinmiyor. Bir önceki örnek, rekor düzeydeki işsizlik nedeniyle Başbakan’ın TOBB’a “Her biriniz bir kişi alsa işsizlik biter” şeklindeki çıkışıyla başlayan tartışmaydı.

Başbakan’ın TOBB’a yönelik ifadeleri bir gazetede “Patronlara sandık dersi” başlığıyla çıktı. Patronlar sandık dersini aldı mı bilmem ama bir ülkenin başbakanının yapılacak bir halk oylaması öncesinde, “Buna nasıl hayır dersin” diyerek sivil toplum kuruluşlarına baskı uygulaması karşısında bir de demokrasi dersi gerekmiyor mu? Hele de daha demokratik bir Türkiye için bu anayasa değişikliğine gidildiği söylenirken…

(Fotoğraf:Mehmet Kaman/AA)

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Akvaryuma balık gerek

Başlık, Ezel dizisinden bir Ramiz Dayı repliği gibi oldu. Ezel tatilde ama, NTV’deki “Tuncel ve Dostları” programında çevreyle ilgili hassasiyetlerini dile getirirken farkına varmadan ve haklı olarak Ramiz Dayı karakterine bürünen Tuncel Kurtiz’den etkilenmiş olabilirim, bilmiyorum. Yazın az sayıdaki keyifli programdan biriydi ve önceki gün ne yazık ki son bölümü yayımlandı. Konuklarsa ressam Muzaffer Akyol ve şarkıcı Sema Moritz’di. Akyol’un yazdığı “Harici” şiiri üzerine gelişen sohbet, Sema’yla Kurtiz’in birlikte söyledikleri Şeyh Bedrettin Destanı ve Sema’nın “Mazi Kalbimde Yaradır” tangosu, programı benim için mükemmelleştirdi. Yine bir sıcakla kavga anımda sabaha karşı saat beşte tesadüfen tekrarını yakaladığım için mutluydum.

Sevgili dostum (ve blog teknik danışmanım) Yenal son postunda, aşırı sıcakların getirdiği uyuyamama halini alt etme mücadelesi yerine genelde kalkıp kitap okumayı tercih ettiğimi anlattığım yazıma atıfla, “Hiç değilse sıcağın hayata pozitif bir katkısı varmış. Bir katkısı daha olmasını umuyorum. Bloguna daha fazla post girebilir mesela” diyor benim az yazmama serzenişte bulunarak.

Kesinlikle haklı. Açıkçası ciddi bir hevesle yeni açtığım blog için yeteri kadar bonkör davranamadım şimdiye kadar klavyenin tuşlarına. Ama kısa süre içinde bu mecra da zaman çizelgemden hakkettiği payı alacak gibi. Zira, aklımı sürekli kendisine haksızlık yaptığım hissiyle kurcalayan blogum şu an gözüme içinde yeterince balık olmayan akvaryum gibi görünüyor.

Bu haftaki haberimi bitirdiğimde sabah saat dokuzdu. Ve yine bir cuma gecesi daha hiç uyumadan cumartesiye bağlandı. Dün sabah saat yedi buçukta uyuyabilmiştim, ama bugün dergiyi bağlayacağımız için uyumak imkânsız. Umarım bu gece dergi bitip eve döndüğümde uyuyabileceğim ölçüyü kaçırmaz sıcak hava dalgası.

Ne dersin, bayram gelmeden iki kişi klimaya mı girsek Yenal?

10 Ağustos 2010 Salı

Uykuyla kavga mevsimi

Bütün camlar açık, balkon kapısı da. Arada buzdolabının buzluk kapısı açılıp içine kafa uzatma eylemi de rutinleşmiş durumda. Ancak kâr etmiyor. Haber bültenlerinde ve gazetelerde rekor sayıda sıcak rekoru haberi, Kadıköy’de 61 derece, KKTC’de son 36 yılın, Moskova’da son 100 yılın rekoru, yüzde 90’larda gezinen nem oranları şeklinde uzayıp giderken iç sıkıntısını da rekora taşıyor.

Gündüz dayanması da zor ama esas kâbus geceleri. Saatler uzuyor, sokak usulca sessizleşiyor, zaten doğru düzgün bir şey olmayan televizyon iyice enerjinizi alıyor. Uykuya geçmek için genelde ilk deneme saatim olan 02.00 civarı “Acaba bu gece uyuyabilecek miyim” kaygısıyla yatağa uzandığım an sağdan sola ve hemen ardından soldan sağa dönüş rekoru denemelerim birbirini izlemeye başlıyor. Bu anlamsız denemeler için başlarda daha ısrarcıydım, uzun uzun dönerek bilincimi kaybedeceğim anı beklerken, artık en fazla birkaç deneme ve toplam 10 dakikalık bir süre sonunda kendimi elimde sigarayla ayakta buluyorum. Kaybedeceğimi bildiğim bir savaşta yıpranmaktansa keyif alacak bir şeyler yapmak daha cazip görünüyor.

Olumsuzlukları kullanılabilir ve işlevsel hale getirmek gerek. İlk sigaramla kettle’da kahve suyunun kaynamasını bekleyip var olan ama bedenimi alt edecek kadar güçlenemeyen uykumu iyice açmaya çabalıyorum. Pek de bir işe yaramayan pırpırı çalışma masasına taşıyıp ruh halime göre yazmaya ya da okumaya başlıyorum. Aslında acele etmeden, gecenin sessizliğinde tadını ala ala okumak için ideal bir zaman dilimi. Ama bir yandan da iyice biriken günün yorgunluğu motive olmayı zorlaştırıyor ve saatler ilerledikçe katmerleniyor. Sabah saatlerindeyse mücadele doruklarda. Uykunun ilk vurgun dalgası saat beş civarı gerçekleşiyor. Bunu atlatırsam ikinci dalga saat 07.00’de. Birkaç saat önce çağırdınızda size teslim olmayan uyku, bu kez sizi teslim almak için çok davetkâr vuruşlar gerçekleştiriyor. Ne yazık ki uyumak için artık geç kalınmış saatler ve bu dalgalara teslim olmak öğlene kadar uyuyakalıp günün yarısını feda etmek demek.

Bu yüzden bu sert vuruşları atlatıp kimi zaman hiç uyumadan işe gittiğim de oluyor, ancak bunun bedeli de gün ortasından itibaren hayatın tam bir kâbusa dönüşmesi. Gece oturmayı severim ve hemen her zaman gece yazdığım için en az haftada bir gün sabaha kadar oturmak artık alışkın olduğum bir şey. Ancak bunun günlük bir rutine dönüşmesi oldukça zorlayıcı. Neticede bu yaz çok zor geçiyor. Klima kullanımından kaynaklanan elektrik tüketim rekoruna bu yaz kişisel bir katkıda bulunamadım ama seneye bu rekorun önemli bir parçası olmaya kesinlikle kararlıyım. Zira bir daha böyle bir yaz geçiremeyeceğim.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Macar salam ve iPad'le expres kasada

Cumartesi sabahı uykudan yeni uyanmış, günün ilk kahvesini yudumlarken eşim, “Migros’a gidiyorum, istediğin bir şey var mı?” diye sordu. Hiç düşünmeden, “Biraz salam bir de 64 GB iPad” deyiverdim. Mahmur bir komiklik peşinde olduğumu düşünen eşim beni ciddiye almadan çıktı evden.

Apple’ın son gözdesi, dokunmatik ekranlı tablet bilgisayarının Türkiye’de ilk olarak Migros’larda satışa çıkarılacağını duyduğumda önce ben de garipsedim. Ama fiyatlar daha şaşırtıcı geldi, çünkü biraz uçuk görünüyor. iPad’in sadece kablosuz ağlara bağlanan (Wi-Fi) modeli yanında hem 3G hem Wi-Fi bağlantısına sahip olan versiyonu bulunuyor. Migros’ta 32 GB hafıza kartlı 3G modeli 2.290 TL, 64 GB ve 3G özellikli versiyonu ise 2.490 TL’den satılacak. ABD ve Avrupa satış fiyatları ise 499-829 dolar arasında değişiyor dünyanın yeni okuma kültü haline gelen cihazın. iPad’in Türkiye’ye resmi girişi Apple tarafından henüz yapılmadı. Migros dışında İstanbul Bilişim ve Gold Bilgisayar yurt dışında anlaştıkları distribütörler aracılığıyla kendi garantileriyle iPad satacak. Migros ilk partide 1000 adet iPad getirirken, yoğun talep nedeniyle üçüncü partinin siparişinin verildiğini de açıkladı.

Apple’ın Türkiye distribütörü Bilkom’un iPad’i Eylül ayında satışa çıkarması beklenirken Migros’un bu hamlesi satış stratejisinde yeni bir dönemin işareti gibi görülüyor. Fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun, büyük ses getiren teknoloji ürünlerini yüksek fiyat ödeme pahasına en kısa zamanda temin etmeye meraklı kitleyi kendine çekmeyi hedefliyor gibi görünüyor Migros. Hatta Migros Genel Müdür Yardımcısı Cem Rodoslu basına verdiği demeçlerde ilanların yayınlanmasıyla birlikte inanılmaz bir ilgi oluştuğunu ve özellikle şirketlerin üst düzey yöneticileri için toplu siparişler verildiğini açıklamış. Genelde modası geçmiş teknolojik ürünlerin satıldığı Migros için iPad bu anlamda ciddi bir atılım sayılabilir.

Ama Eylül’ü iple çeken potansiyel alıcı kitlenin, Migros’u duyunca hayal kırıklığına uğradığını tahmin etmek güç değil. Özellikle teknoloji kategorisindeki fiyatı pahalı ürünleri, Migros gibi pastırma, sucuk da satılan bir marketten satın almak üst gelir gurubundaki kitlenin pek hoşlanacağı bir durum olmayacak. Bu kategoriye girdiğini düşündüğüm etrafımdaki birkaç kişide gözlediğim ilk tepkiler de bu insanların iPad ve Migros’u bağdaştırmakta zorlandığını gösteriyor. İçlerinde Migros’tan iPad almayı güvenilir bulmayanlar bile var-ki bunlar eğer iPad alacaksa bir teknoloji mağazasından almayı tercih edeceğini söylüyor. Bu durumda, eğer gıda dışı pazarda atılım yaparak Wal Mart benzeri bir imaja kavuşmak isteğiyle bu hamleye giriştiyse Migros’un bu satış stratejisini kabul ettirmekte biraz zorlanabileceğini söyleyebiliriz.

Migros reyonlarında iPad görecek olmak aklıma bazı sorular da getirmedi değil. Düzenli olarak çeşitli reyonlarda indirim duyuruları yapan Migros’ta ilerleyen günlerde iPad’in de bu ürünler arasında yer alıp almayacağı bunlardan biri. Mesela, turuncu çubuklu Migros arabasıyla süt ürünleri reyonunda sakin sakin dolaşırken, hoparlörlerden yükselecek “Değerli müşterilerimiz, kısa bir süre için Macar Salam’da yüzde 15, toz deterjan reyonunda yüzde 45, Apple iPad’de yüzde 20 indirim başlamıştır” anonsuyla koşmaya başlama ihtimalim var mı? Ya da, kasaya geldiğimizde Migros Money Club üyesi olarak kartımızı gösterip ekstra indirim talep edebilecek miyiz? Soruları çoğaltmak mümkün: Alışveriş arabasına ilk olarak iPad’i koyup Migros’ta hava atarak boy gösterdikten sonra kasa önünde, “Puanım yetmedi, iPad kalsın” diyenlerin oluşturacağı ekstra vakit kaybı için Migros yöneticileri bir çözüm düşünüyor mu? iPad’lerin fiyatı Migros kartlara puan olarak yansıyacak mı? “Bir iPad alana ikinci iPad yüzde 50 indirimli” sloganı reyonlarda boy gösterecek mi? En fazla beş ürün alanların kullandığı (genellikle bir numaralı) expres kasadan yaklaşık 2500 TL ödenmiş tek bir iPad’le geçmek iPad’in marka değerini ucuzlatabilir mi? Migros’un bu atağına bir karşı hamle geliştirmek isteyen Carrefour da Türkiye’de satışı yapılmayan Kindle’ı getirmeye kalkarsa alışveriş arabasına biraz da abur cubur ekleyen Türk teknoloji tüketicisinin giderek obezleşme ihtimali var mı?

Bu sorulara henüz bir yanıt bulamadım. Tıpkı Migros'ta bile satılmaya başlanan iPad'in, Apple tarafından neden hâlâ resmi olarak Türkiye pazarına sokulmadığının yanıtını bulamadığım gibi.

8 Temmuz 2010 Perşembe

İskambil kâğıtları

“Bana iskambil kâğıdı alır mısın?” diye sordu ev sahibine ürkek bir bakışla. Ne de olsa bu evdeki ikinci günüydü daha. Başkalarından bir şey istemeyi sevmiyordu. Aslında daha gelmeden kendisi bir deste almak istiyordu ama nereden alacağını bilmediği için alamamıştı. Sonuçta İstanbul’u pek iyi bilmiyordu. Ev sahibi, “Fal mı açacaksın?” diye sordu, kapıdan çıkarken. “Hayır, fal değil,” dedi; “evimi göreceğim.” Anlamadı ev sahibi, şaşırdı önce. “İskambil kâğıdıyla ev mi görülür?” diye geçirdi içinden. Ama hemen toparladı. “Alırım,” dedi; “ama gördüklerini bana da söyleyeceksin.” Kuşkulu bir meraktı ev sahibininki.

Bakıcı, özlediği yerlerin binlerce kilometre uzağındaydı. Boşlukta geçen uzun günlerin ardından kendine kalacak bir ev bulmuştu nihayet. Ev sahibini de sevmişti. Zararsız biri gibi görünüyordu. İyi anlaşacaklarını düşünmüştü onu ilk gördüğünde. İlk izlenimleri onu hiç yanıltmamıştı. Ev sahibinin “Alırım” deyişindeki hevesi gördüğünde iskambil kâğıtlarını hayal etti gözünde. Bir an önce o anın gelmesini istedi. Ama sabırlı olmalıydı. Hayatta çok istediğin bir şey varsa onun geç geleceğini çok iyi biliyordu.
Ev sahibi kapıyı kapatıp, bakıcıyla annesini baş başa bırakarak Taksim’e doğru yola koyuldu. “Ben de bir deste iskambil kâğıdıyla istediğimi görebilsem keşke,” diye düşündü. “Yarın alayım bari bir deste kâğıt,” dedi kendi kendine. Jostein Gaarder’in “İskambil Kâğıtları’nın Esrarı” adlı kitabını hatırladı birdenbire Topkapı-Taksim dolmuşunda. Bu fal alemine kafayı takmış olanları hiç anlamamıştı, hiç de anlamayacaktı. Arkadaşlarıyla buluştu her zamanki yerde. Bir büyük içtiler dört kişi. Joker’i arıyor, bulamıyordu.

Anne, bakıcıyı ilk görüşte sevmişti. Ama bundan öncekini de ilk başta çok sevdiği için yenisinden de çok umutlu değildi. “Nasıl olsa birkaç ay!” diye geçirdi içinden. “Sonra bu da gidecek!”

Ertesi gün bakıcı ev sahibini sabırsızlıkla bekliyordu. Durmadan saate bakıyor ama her baktığında saati aynı yerde görüyordu. “Olamaz!” diye geçiriyordu içinden, “Bu kadar sık bakıyor olamam!” On binlerce kilometre uzaktaki evini düşünüyordu. Annesini, evlendirmek için buralara gelip hizmetkârlık yaptığı 27 yaşındaki oğlunu, canından çok sevdiği kız kardeşi Saide’yi. Kalacak yeri ve parası olmadığı için günlerdir haber alamıyor, daha da kötüsü kendinden haber ulaştıramıyordu ailesine. Merak ettiklerinin, kendisini ne kadar merak ettiğini merak ediyordu.

Ev sahibi tam gece yarısı eve geldi. Umutla açtığı kapıda gözleri kısılmış ve parlaklaşmış birini gördü bakıcı. Ellerine baktı hemen. Boştu. “İyi geceler” deyip odasına geçti ev sahibi. Kapısını kapattıktan bir dakika sonra ışığı da kapattı.

Ertesi günde hatırlamadı ev sahibi iskambil kartlarını. Daha ertesi günde. Bakıcı bir ertesi güne yeni bir umutla uyandı. Ev sahibini çok sevmişti. “İşleri çok belli ki” diye düşünüyordu anneye kahvaltısını hazırlarken. “Bile bile almıyor değil ya, bu akşam kartlarla gelecek!”

Ev sahibi tam on gün, sadece asık suratı ve kısık parlak gözleriyle geldi eve. Her gelişinde saat gece yarısını gösteriyordu. Her yeni gün iskambil kâğıtlarını düşünerek uyanan bakıcı her gece tam on ikide aynı hayal kırıklığını yaşıyordu. Ta ki onuncu güne kadar. Onuncu gün erken geldi ev sahibi. Saat tam altıydı. Gözleri canlıydı. Kapıyı açtığında iskambil kartlarını elinde tutarak gülümseyen ev sahibini gördü bakıcı. Anne boşluğa dalmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bakıcı, ev sahibine coşkuyla sarıldı. Ev sahibi, ikinci bir desteyi çıkardı öbür cebinden. “Bunu da sakla, sonra açarsın” dedi. “Onu, senin için açacağım” dedi bakıcı gülümseyerek.

Bakıcı o gece uzun bir yolculuğa çıktı. Uzaklığın, zamanın, aşkın, özlemin, denizin, gökyüzünün, ülkelerin, meridyen, enlem ve boylamların anlamını matematiksel olarak hiçbir zaman veremeyecekleri uzunlukta bir yolculuğa. Annesini gördü, ev sahibinin annesinin masum göz kapaklarının titreyişinde. Oğlunu gördü, ev sahibinin kısık gözlerinde. Memleketinin kokusunu duydu yanı başında solmakta olan çiçekte. Saksıya su döktü hemen. Gözleri gülüyordu on gün sonra ilk kez. Bir çay daha doldurdu şekersiz. Saatler boyu birini kapatıp diğerini açtı kâğıtların. Ev sahibi odasına girdikten bir dakika sonra ışığını kapatmıştı. Jokerler doluyordu odaya. “Annen seni düşünüyor!” diyordu jokerlerden biri. Bir diğeri “Saide çocuğunu emziriyor” diyordu, kıpkırmızı kan gibi olanı. Başka bir joker, “Murat, iki ay sonra evleneceği sevgilisiyle mışıl mışıl uyuyor” diyordu. Siyahlar kırmızılarla alengirli bir savaşa girmişti. Savaş kanlı bitmişti. Son açtığı yirmi kartın hepsi kan kırmızı renkleriyle tüm eve yayılmıştı.

Bakıcı gözünü açtığında her gece açık bıraktığı perdenin ardında kül rengi bulutlar gördü. Oğlunu hatırladı. Ev sahibi uyandığında uzun yolun ilk hamlesi olan yataktan doğrulmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha hissetti. Anne uyandığında oğlunu hatırladı. Annenin oğlu doğrulup banyoya girerek yüzünü yıkadı. On dakika sonra evden çıktığında bakıcı televizyonu açarak anneye kahvaltı hazırlamaya başladı.

Ev sahibi yol boyunca iskambil kâğıtlarını düşündü. Bu olmalı hayatın büyüsü, diye geçirdi içinden. “Hayatın büyüsüyle ilgili bir şeyler yazayım” diye mırıldandı kendi kendine, aynı şoförün kullandığı otobüsle kendisine para kazandırmayan işine giderken. Dostoyevski’nin sersefil, açlıktan kıvranan, hatta bu yüzden cinayet işleyen roman kahramanlarının dahi evlerinde hizmetçilerinin olmasına anlam veremeyişini hatırladı. “Hem parasızlar, hem de evlerinde hizmetçiler var” diyordu her okuduğunda. Kendini Dostoyevski’nin roman kahramanları gibi hissetti.

Bakıcı mutfakta, “Özbekistan” sözünü duydu. Şaşkınlıkla içeriye koştu. “Çatışmalarda üç yüz kişi öldü diyordu haber bültenindeki ses... Gözleri doldu aniden. Ev sahibinin hediye ettiği telefon kartını alarak numarayı çevirdi. Telefon çalıyor, açılmıyordu. Tam on gün sonra açıldı telefon soğuk bir sesle. Saide’ydi. Ağlıyordu kısık, parlak gözleriyle ablası gibi. “Hemen gel!” dedi hıçkırarak Saide, “Hemen gel!” Bakıcı, açılmamış desteyi cebine koyarak uzun bir yola koyuldu.

29/05/2005 Pazar

3 Temmuz 2010 Cumartesi

En dik lider bizim lider!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ayakta poz vermek için çıktığı Güneydoğu gezisi herhalde amacına ulaştı. Medya şenlikleri eşliğinde “En dik lider bizim lider” uğurlamasıyla bir haftadır ısıtılan cephe ziyareti, bir taraftan defansta az adamla yakalanmış hissiyatıyla davranan iktidarı kızdırdı, diğer taraftan muhalefetin yakaladığı fırsatı gole çevirmesini sağladı. Başbakan Erdoğan’ın artan PKK saldırıları sonrası gittiği Gediktepe’de siperde çömelmiş fotoğraflarına nispet olarak Pervari’deki Kılıçdaroğlu şovu pek çok kahvehanede ve aile sohbetlerinde elbette takdirle karşılanmıştır. Zira Türk insanının hoşuna gidecek bir davranış tarzı bu. Halkın gözünde “korkusuz lider”, “işte, cepheye giden siyasetçi duruşu” izlenimlerine oynayan ve kesinlikle bilinçli bir tercih.

Gel gelelim, bu eski tarz siyaset anlayışı tercih edilerek belki de gerçek anlamda ayağa gelen fırsatlar tepiliyor olabilir. Beklenmedik bir anda, bir kaset skandalı sonrası genel başkanlık koltuğuna oturan Kılıçdaroğlu’nun ilk andan itibaren bir değişim sembolü haline gelmesi için her koşul mevcutken, bunların bir bir kenara itilmesi umutları gölgeliyor. CHP’deki değişim beklentisi vasat “Recep Bey” söylemine, sosyal demokrasiye yeni yorum umudu Pervari’de sıradan bir duruş şovuna tevil edildikçe, Kılıçdaroğlu, adeta Deniz Baykal tarzı siyasetin yeni aktörlüğünden öteye gidemiyor. Yeni söylem, yeni siyaset ve muhalefet tarzı beklentileri sadece CHP’nin özel fotoğrafçısının görüntülemesine izin verilen dik bir duruş uğruna üzerine kafa yorulmadan rafa kaldırılıyor. En dik lider belki Başbakan’a gol atıyor ama Türk siyasetinin yeni biçimi konusunda da bir o kadar hayal kırıklığı yaratıyor.