8 Temmuz 2010 Perşembe

İskambil kâğıtları

“Bana iskambil kâğıdı alır mısın?” diye sordu ev sahibine ürkek bir bakışla. Ne de olsa bu evdeki ikinci günüydü daha. Başkalarından bir şey istemeyi sevmiyordu. Aslında daha gelmeden kendisi bir deste almak istiyordu ama nereden alacağını bilmediği için alamamıştı. Sonuçta İstanbul’u pek iyi bilmiyordu. Ev sahibi, “Fal mı açacaksın?” diye sordu, kapıdan çıkarken. “Hayır, fal değil,” dedi; “evimi göreceğim.” Anlamadı ev sahibi, şaşırdı önce. “İskambil kâğıdıyla ev mi görülür?” diye geçirdi içinden. Ama hemen toparladı. “Alırım,” dedi; “ama gördüklerini bana da söyleyeceksin.” Kuşkulu bir meraktı ev sahibininki.

Bakıcı, özlediği yerlerin binlerce kilometre uzağındaydı. Boşlukta geçen uzun günlerin ardından kendine kalacak bir ev bulmuştu nihayet. Ev sahibini de sevmişti. Zararsız biri gibi görünüyordu. İyi anlaşacaklarını düşünmüştü onu ilk gördüğünde. İlk izlenimleri onu hiç yanıltmamıştı. Ev sahibinin “Alırım” deyişindeki hevesi gördüğünde iskambil kâğıtlarını hayal etti gözünde. Bir an önce o anın gelmesini istedi. Ama sabırlı olmalıydı. Hayatta çok istediğin bir şey varsa onun geç geleceğini çok iyi biliyordu.
Ev sahibi kapıyı kapatıp, bakıcıyla annesini baş başa bırakarak Taksim’e doğru yola koyuldu. “Ben de bir deste iskambil kâğıdıyla istediğimi görebilsem keşke,” diye düşündü. “Yarın alayım bari bir deste kâğıt,” dedi kendi kendine. Jostein Gaarder’in “İskambil Kâğıtları’nın Esrarı” adlı kitabını hatırladı birdenbire Topkapı-Taksim dolmuşunda. Bu fal alemine kafayı takmış olanları hiç anlamamıştı, hiç de anlamayacaktı. Arkadaşlarıyla buluştu her zamanki yerde. Bir büyük içtiler dört kişi. Joker’i arıyor, bulamıyordu.

Anne, bakıcıyı ilk görüşte sevmişti. Ama bundan öncekini de ilk başta çok sevdiği için yenisinden de çok umutlu değildi. “Nasıl olsa birkaç ay!” diye geçirdi içinden. “Sonra bu da gidecek!”

Ertesi gün bakıcı ev sahibini sabırsızlıkla bekliyordu. Durmadan saate bakıyor ama her baktığında saati aynı yerde görüyordu. “Olamaz!” diye geçiriyordu içinden, “Bu kadar sık bakıyor olamam!” On binlerce kilometre uzaktaki evini düşünüyordu. Annesini, evlendirmek için buralara gelip hizmetkârlık yaptığı 27 yaşındaki oğlunu, canından çok sevdiği kız kardeşi Saide’yi. Kalacak yeri ve parası olmadığı için günlerdir haber alamıyor, daha da kötüsü kendinden haber ulaştıramıyordu ailesine. Merak ettiklerinin, kendisini ne kadar merak ettiğini merak ediyordu.

Ev sahibi tam gece yarısı eve geldi. Umutla açtığı kapıda gözleri kısılmış ve parlaklaşmış birini gördü bakıcı. Ellerine baktı hemen. Boştu. “İyi geceler” deyip odasına geçti ev sahibi. Kapısını kapattıktan bir dakika sonra ışığı da kapattı.

Ertesi günde hatırlamadı ev sahibi iskambil kartlarını. Daha ertesi günde. Bakıcı bir ertesi güne yeni bir umutla uyandı. Ev sahibini çok sevmişti. “İşleri çok belli ki” diye düşünüyordu anneye kahvaltısını hazırlarken. “Bile bile almıyor değil ya, bu akşam kartlarla gelecek!”

Ev sahibi tam on gün, sadece asık suratı ve kısık parlak gözleriyle geldi eve. Her gelişinde saat gece yarısını gösteriyordu. Her yeni gün iskambil kâğıtlarını düşünerek uyanan bakıcı her gece tam on ikide aynı hayal kırıklığını yaşıyordu. Ta ki onuncu güne kadar. Onuncu gün erken geldi ev sahibi. Saat tam altıydı. Gözleri canlıydı. Kapıyı açtığında iskambil kartlarını elinde tutarak gülümseyen ev sahibini gördü bakıcı. Anne boşluğa dalmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bakıcı, ev sahibine coşkuyla sarıldı. Ev sahibi, ikinci bir desteyi çıkardı öbür cebinden. “Bunu da sakla, sonra açarsın” dedi. “Onu, senin için açacağım” dedi bakıcı gülümseyerek.

Bakıcı o gece uzun bir yolculuğa çıktı. Uzaklığın, zamanın, aşkın, özlemin, denizin, gökyüzünün, ülkelerin, meridyen, enlem ve boylamların anlamını matematiksel olarak hiçbir zaman veremeyecekleri uzunlukta bir yolculuğa. Annesini gördü, ev sahibinin annesinin masum göz kapaklarının titreyişinde. Oğlunu gördü, ev sahibinin kısık gözlerinde. Memleketinin kokusunu duydu yanı başında solmakta olan çiçekte. Saksıya su döktü hemen. Gözleri gülüyordu on gün sonra ilk kez. Bir çay daha doldurdu şekersiz. Saatler boyu birini kapatıp diğerini açtı kâğıtların. Ev sahibi odasına girdikten bir dakika sonra ışığını kapatmıştı. Jokerler doluyordu odaya. “Annen seni düşünüyor!” diyordu jokerlerden biri. Bir diğeri “Saide çocuğunu emziriyor” diyordu, kıpkırmızı kan gibi olanı. Başka bir joker, “Murat, iki ay sonra evleneceği sevgilisiyle mışıl mışıl uyuyor” diyordu. Siyahlar kırmızılarla alengirli bir savaşa girmişti. Savaş kanlı bitmişti. Son açtığı yirmi kartın hepsi kan kırmızı renkleriyle tüm eve yayılmıştı.

Bakıcı gözünü açtığında her gece açık bıraktığı perdenin ardında kül rengi bulutlar gördü. Oğlunu hatırladı. Ev sahibi uyandığında uzun yolun ilk hamlesi olan yataktan doğrulmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha hissetti. Anne uyandığında oğlunu hatırladı. Annenin oğlu doğrulup banyoya girerek yüzünü yıkadı. On dakika sonra evden çıktığında bakıcı televizyonu açarak anneye kahvaltı hazırlamaya başladı.

Ev sahibi yol boyunca iskambil kâğıtlarını düşündü. Bu olmalı hayatın büyüsü, diye geçirdi içinden. “Hayatın büyüsüyle ilgili bir şeyler yazayım” diye mırıldandı kendi kendine, aynı şoförün kullandığı otobüsle kendisine para kazandırmayan işine giderken. Dostoyevski’nin sersefil, açlıktan kıvranan, hatta bu yüzden cinayet işleyen roman kahramanlarının dahi evlerinde hizmetçilerinin olmasına anlam veremeyişini hatırladı. “Hem parasızlar, hem de evlerinde hizmetçiler var” diyordu her okuduğunda. Kendini Dostoyevski’nin roman kahramanları gibi hissetti.

Bakıcı mutfakta, “Özbekistan” sözünü duydu. Şaşkınlıkla içeriye koştu. “Çatışmalarda üç yüz kişi öldü diyordu haber bültenindeki ses... Gözleri doldu aniden. Ev sahibinin hediye ettiği telefon kartını alarak numarayı çevirdi. Telefon çalıyor, açılmıyordu. Tam on gün sonra açıldı telefon soğuk bir sesle. Saide’ydi. Ağlıyordu kısık, parlak gözleriyle ablası gibi. “Hemen gel!” dedi hıçkırarak Saide, “Hemen gel!” Bakıcı, açılmamış desteyi cebine koyarak uzun bir yola koyuldu.

29/05/2005 Pazar

2 yorum: