27 Ekim 2010 Çarşamba

Haber yapmış gibi yapmak ya da tekrarlayıcılar

Hayatta bazı şeyler çok kolaylaştırılabilir. Mesela bir çalışan, patronu etrafındayken çalışıyormuş gibi yapıp, o ortadan kaybolduğunda, kaldığı yerden kaytarmaya devam edebilir. Ağzı çok laf yapan biri sıra eyleme geldiğinde bahaneler üretmeye başlayabilir. “Self marketing” de çok önemli iştir, vesselam…

Bizim meslekte de bazı şeyleri çok kolaylaştırabilirsiniz. Ve bunu yukarıdakilere çok benzeyen biçimlerde yapabilirsiniz. Aslında işimizin en zor kısmı fikir bulmaktır. Yaratıcılık, özgünlük buradadır. Çünkü fikri haberleştirme genellikle aynı süreçten geçmeyi gerektirir. Problematiği oluşturursunuz, konunun uzmanlarından görüşler alırsınız, kitaplar karıştırırsınız. Ve farklı fikirlere de yer verdiğiniz yazınızı kaleme alırsınız. Kimi zaman bazı konular çok ilgi çeker, gündeme oturur, herkes o konudan bahseder. Bakış açınızla bu tür konuları da öyle bir yerinden tutmayı akıl edersiniz ki, sonunda çok konuşulmasına ve hakkında çokça yazılmasına rağmen orijinal bir haber çıkarırsınız ortaya.

Bununla birlikte kolayından haber yapma yolu diyebileceğimiz bir metot da vardır bu işte. Eğer böyle bir yol izleyen bir gazeteciyseniz o zaman işiniz çok kolaylaşır. Dergi, gazete karıştırırsınız ve yukarıdaki süreçten geçmiş bir haber bulursunuz. Haberdeki fikri sanki kendi fikrinizmiş gibi, üstüne yeni hiçbir şey koymadan alır, başka uzmanlardan da görüşler ekleyerek, sanki ilk kez siz yapıyormuş gibi aynı haberi baştan yazarsınız. Hatta, hazırdaki haberde adı geçen aynı uzmanlardan bile görüş alabilirsiniz, nasıl olsa yapım aşamasında artık gazeteci haberi içselleştirdiği için bunda da sakınca görmez. Bu tür gazeteciler esinlendikleri, daha doğrusu tekrarladıkları haberi ilk kez yayınlayan yayın organından hiç bahsetmez, atıfta bulunma gereği duymazlar. Okuyucuların bir kısmı haberi ilk defa o mecrada okuduklarını zannederler. Yazarlarına sorsanız, “Zaten bütün Türkiye bundan bahsediyor” deyip işin içinden bir güzel sıyrılıverirler.

Bu yöntemi adet edinmiş gazeteciler vardır. Aslında yeni bir tür kategoriden söz ediyor olabiliriz. “İliştirilmiş gazeteci” olarak Türkçeleştirilen “embedded journalist” gibi, bu tür haber yapanlara “tekrarlayan haberci” anlamında “reiterative journalist” diyebilir miyiz acaba?

Ne isme ne cisme gerek var bence. Bu konudan en çok mağdur olan mecralardan biri olan Newsweek Türkiye’nin ve pek tabii iyi okurların gözünden kaçmadığına dair bir not düşelim sadece. Neticede “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”

22 Ekim 2010 Cuma

Türkiye'nin yeni Ponzi oyunu

2010'un ilk yarısının sanılandan da iyi geçtiği, Türkiye'nin krizden hızlı çıktığı ve bütçe açığıyla büyüme rakamları gibi makro göstergelerinin dünyayla kıyaslandığında gerçekten parlak olduğu ortada. Böyle bir ortamda açıklanan ve 2011-2013 yılları için ekonominin yol haritasını çizen Orta Vadeli Program (OVP) ise biraz daha ihtiyatlı bir dönemin habercisi gibi.
Özellikle de yüzde 6,8 olarak öngörülen 2010 büyüme oranı piyasalarda çeşitli kurumların yüzde 9'lara kadar varan tahminleri havada uçuşurken biraz muhafazakâr kalıyor.

Üstelik, ekonomik tabloya dair olumlu haberler peşi sıra gelirken ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) rekor üstüne rekor kırarken. Hükümet pekâlâ piyasa beklentilerine yakın bir büyüme hedefi koyabilecekken, Devlet Bakanı Ali Babacan'ın da nispeten ihtiyatlı bulduğu daha düşük bir oranı tercih etmesi ilginç. Acaba piyasalar Türkiye'yi olduğundan daha iyi gösteriyor olabilir mi? Bundan kuşkulananlar, amiyane tabirle "acaba bizi mi yiyorlar" diye soruyor.

Yazının devamı 18-24 Ekim 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde. (Fotoğraf: Ozan Köse-AHT)

21 Ekim 2010 Perşembe

Fransa’da La Haine günleri

Mathieu Kassovitz’in yönettiği, 1995 yapımı La Haine (Nefret) filmi gösterime girdiğinde (‘Protesto’ diye çevrilmişti o günlerde) üniversitenin ilk sınıfındaydım ve Beyazıt’ta birlikte heyecanlı günler yaşadığımız arkadaşlarımla ‘hayat boyu hatırlanacaklar’ kategorisine almakta hiç tereddüt etmemiştik. Paris gettolarında yaşayan üç gencin gelecekten duyduğu endişe ve yoksulluk problemlerinin ortasında kıstırılmış hayatlarının bir gününü anlatan filmi sinematografik başarısından daha çok bugün Fransa’nın içine düştüğü durum hatırlatıyor.

Fransa sokaklarının tekrar gençlik ve sendika eylemleriyle sarsılmaya başlaması özel bir dönemde gerçekleşiyor. Fransa’nın göçmenlere yönelik sert politikaları son olarak ekonomik krizin atlatılabilmesi için açılan tedbir paketleriyle birleşince yeni protesto dalgasını da tetikledi hemen. Polis ve öğrenciler arasındaki sokakları savaş alanına çeviren çatışmalar ve greve giden çalışanların günlerdir hayatı felce uğratması Sarkozy’nin emeklilik yaşını 60’tan 62’ye çıkaran “emeklilik reformu”na duyulan tepkilerden kaynaklanıyor. Grevler nedeniyle ülkede dört bin benzin istasyonu işlemedi, Paris’te benzin bitti, Lyon’da dükkânlar yağmalandı, banliyölerde araçlar ateşe verildi, demiryolları işçilerinin eylemi ulaşımı aksattı. İçişleri Bakanlığı önceki gün bir milyon kişinin sokaklarda olduğunu ve 1500 kişinin göz altına alındığını duyurdu.

1789 Fransız Devrimi’ni, 1848 Devrimi’ni, 1871 Paris Komünü’nü, Mayıs 1968’i yaratan ulusun isyankâr geleneği acaba 2010’un kalan aylarından birini de tarih kitaplarına geçirecek daha şiddetli olayların sahnesine çevirebilir mi?

Açıkçası hiç şaşırtıcı olmaz. Bugünün yakın geçmişten farkı hem çalışanların hem de onların tepkilerini hafifletmek isteyen hükümetlerin benzersiz bir dönemden geçiyor olması. Zira artık iki yıldır dünyayı kasıp kavuran ve bir türlü çözülemeyen küresel krizin özellikle Avrupa’da sosyal patlamaya doğru evrildiği günlerdeyiz. Bu kez, daha fazla neoliberalizm uğruna çalışanların haklarını kısıtlamaya kalkan ama tepki gördüğünde kopardığı tavizlerle yetinmeye razı bildik bir kapitalist denemeden uzağız. Krizle mücadele etmek için bütçe açıklarını arttıran Avrupa ülkeleri borç batağına doğru sürükleniyor, bütçe açıklarını nasıl kapatacağının hesabını yapmaya çalışıyor. Fransa’daki emeklilik reformunun niyeti 70 milyar euro tasarruf elde etmek ve ileride yaşlanan nüfusun emekli maaşlarını ödeyemez hale gelmekten yırtmaya çalışmak. Reform geçmezse ülkenin AAA olan kredi notunun düşürülüp, daha düşük faizle dış borcunu ödediği (Türkiye’nin aksine) bu nispeten pembe günlerin sürdürülememesi söz konusu. Benzerini kısa bir süre önce Yunanistan’da gördüğümüz bu tür önlemler Avrupa’nın devlerinde artık vazgeçilmez bir zorunluluk ve daha kötüsü de şu ki, bu önlemlerin bile krize çözüm olamayacağından endişe eden hatırı sayılır bir kitle var.

Sert mücadelelerle elde ettiği sosyal haklarını kaybetmek istemeyen çalışanlarsa sendikalar eliyle kalelerini muhafaza etmeye çalışıyor. Oysa bu saldırılar henüz başlangıç. Avrupa’da sosyal devlete veda dönemi bu. Devlet ve çalışanların savaşının olası iki sonucu da keyifsiz bir dünyaya işaret eden tam bir açmaz. Çalışanlar haklarını korumayı başarırsa bütçe açıklarına bağlı yeni bir kriz dalgası gelecek ve sonuç dönüp dolaşıp yine en başta çalışanları vuracak. Şimdi haklarını koruyamaz ve önlemlere razı gelirlerse tarih boyunca bin bir zorlukla elde edilmiş sosyal haklar ciddi biçimde törpülenmiş ve çok uzun bir süre rafa kaldırılmış olacak.

Fransa, giderek Avrupa ve hatta dünya, gökdelenin ellinci katından atlayan Fransız filozofun “Yere inmeme daha çok var” felsefesini benimsemiş La Haine’in Hubert karakteri kadar bile iyimser olamayacak durumda.


(Fotoğraflar: Reuters, AP)