19 Temmuz 2010 Pazartesi

Macar salam ve iPad'le expres kasada

Cumartesi sabahı uykudan yeni uyanmış, günün ilk kahvesini yudumlarken eşim, “Migros’a gidiyorum, istediğin bir şey var mı?” diye sordu. Hiç düşünmeden, “Biraz salam bir de 64 GB iPad” deyiverdim. Mahmur bir komiklik peşinde olduğumu düşünen eşim beni ciddiye almadan çıktı evden.

Apple’ın son gözdesi, dokunmatik ekranlı tablet bilgisayarının Türkiye’de ilk olarak Migros’larda satışa çıkarılacağını duyduğumda önce ben de garipsedim. Ama fiyatlar daha şaşırtıcı geldi, çünkü biraz uçuk görünüyor. iPad’in sadece kablosuz ağlara bağlanan (Wi-Fi) modeli yanında hem 3G hem Wi-Fi bağlantısına sahip olan versiyonu bulunuyor. Migros’ta 32 GB hafıza kartlı 3G modeli 2.290 TL, 64 GB ve 3G özellikli versiyonu ise 2.490 TL’den satılacak. ABD ve Avrupa satış fiyatları ise 499-829 dolar arasında değişiyor dünyanın yeni okuma kültü haline gelen cihazın. iPad’in Türkiye’ye resmi girişi Apple tarafından henüz yapılmadı. Migros dışında İstanbul Bilişim ve Gold Bilgisayar yurt dışında anlaştıkları distribütörler aracılığıyla kendi garantileriyle iPad satacak. Migros ilk partide 1000 adet iPad getirirken, yoğun talep nedeniyle üçüncü partinin siparişinin verildiğini de açıkladı.

Apple’ın Türkiye distribütörü Bilkom’un iPad’i Eylül ayında satışa çıkarması beklenirken Migros’un bu hamlesi satış stratejisinde yeni bir dönemin işareti gibi görülüyor. Fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun, büyük ses getiren teknoloji ürünlerini yüksek fiyat ödeme pahasına en kısa zamanda temin etmeye meraklı kitleyi kendine çekmeyi hedefliyor gibi görünüyor Migros. Hatta Migros Genel Müdür Yardımcısı Cem Rodoslu basına verdiği demeçlerde ilanların yayınlanmasıyla birlikte inanılmaz bir ilgi oluştuğunu ve özellikle şirketlerin üst düzey yöneticileri için toplu siparişler verildiğini açıklamış. Genelde modası geçmiş teknolojik ürünlerin satıldığı Migros için iPad bu anlamda ciddi bir atılım sayılabilir.

Ama Eylül’ü iple çeken potansiyel alıcı kitlenin, Migros’u duyunca hayal kırıklığına uğradığını tahmin etmek güç değil. Özellikle teknoloji kategorisindeki fiyatı pahalı ürünleri, Migros gibi pastırma, sucuk da satılan bir marketten satın almak üst gelir gurubundaki kitlenin pek hoşlanacağı bir durum olmayacak. Bu kategoriye girdiğini düşündüğüm etrafımdaki birkaç kişide gözlediğim ilk tepkiler de bu insanların iPad ve Migros’u bağdaştırmakta zorlandığını gösteriyor. İçlerinde Migros’tan iPad almayı güvenilir bulmayanlar bile var-ki bunlar eğer iPad alacaksa bir teknoloji mağazasından almayı tercih edeceğini söylüyor. Bu durumda, eğer gıda dışı pazarda atılım yaparak Wal Mart benzeri bir imaja kavuşmak isteğiyle bu hamleye giriştiyse Migros’un bu satış stratejisini kabul ettirmekte biraz zorlanabileceğini söyleyebiliriz.

Migros reyonlarında iPad görecek olmak aklıma bazı sorular da getirmedi değil. Düzenli olarak çeşitli reyonlarda indirim duyuruları yapan Migros’ta ilerleyen günlerde iPad’in de bu ürünler arasında yer alıp almayacağı bunlardan biri. Mesela, turuncu çubuklu Migros arabasıyla süt ürünleri reyonunda sakin sakin dolaşırken, hoparlörlerden yükselecek “Değerli müşterilerimiz, kısa bir süre için Macar Salam’da yüzde 15, toz deterjan reyonunda yüzde 45, Apple iPad’de yüzde 20 indirim başlamıştır” anonsuyla koşmaya başlama ihtimalim var mı? Ya da, kasaya geldiğimizde Migros Money Club üyesi olarak kartımızı gösterip ekstra indirim talep edebilecek miyiz? Soruları çoğaltmak mümkün: Alışveriş arabasına ilk olarak iPad’i koyup Migros’ta hava atarak boy gösterdikten sonra kasa önünde, “Puanım yetmedi, iPad kalsın” diyenlerin oluşturacağı ekstra vakit kaybı için Migros yöneticileri bir çözüm düşünüyor mu? iPad’lerin fiyatı Migros kartlara puan olarak yansıyacak mı? “Bir iPad alana ikinci iPad yüzde 50 indirimli” sloganı reyonlarda boy gösterecek mi? En fazla beş ürün alanların kullandığı (genellikle bir numaralı) expres kasadan yaklaşık 2500 TL ödenmiş tek bir iPad’le geçmek iPad’in marka değerini ucuzlatabilir mi? Migros’un bu atağına bir karşı hamle geliştirmek isteyen Carrefour da Türkiye’de satışı yapılmayan Kindle’ı getirmeye kalkarsa alışveriş arabasına biraz da abur cubur ekleyen Türk teknoloji tüketicisinin giderek obezleşme ihtimali var mı?

Bu sorulara henüz bir yanıt bulamadım. Tıpkı Migros'ta bile satılmaya başlanan iPad'in, Apple tarafından neden hâlâ resmi olarak Türkiye pazarına sokulmadığının yanıtını bulamadığım gibi.

8 Temmuz 2010 Perşembe

İskambil kâğıtları

“Bana iskambil kâğıdı alır mısın?” diye sordu ev sahibine ürkek bir bakışla. Ne de olsa bu evdeki ikinci günüydü daha. Başkalarından bir şey istemeyi sevmiyordu. Aslında daha gelmeden kendisi bir deste almak istiyordu ama nereden alacağını bilmediği için alamamıştı. Sonuçta İstanbul’u pek iyi bilmiyordu. Ev sahibi, “Fal mı açacaksın?” diye sordu, kapıdan çıkarken. “Hayır, fal değil,” dedi; “evimi göreceğim.” Anlamadı ev sahibi, şaşırdı önce. “İskambil kâğıdıyla ev mi görülür?” diye geçirdi içinden. Ama hemen toparladı. “Alırım,” dedi; “ama gördüklerini bana da söyleyeceksin.” Kuşkulu bir meraktı ev sahibininki.

Bakıcı, özlediği yerlerin binlerce kilometre uzağındaydı. Boşlukta geçen uzun günlerin ardından kendine kalacak bir ev bulmuştu nihayet. Ev sahibini de sevmişti. Zararsız biri gibi görünüyordu. İyi anlaşacaklarını düşünmüştü onu ilk gördüğünde. İlk izlenimleri onu hiç yanıltmamıştı. Ev sahibinin “Alırım” deyişindeki hevesi gördüğünde iskambil kâğıtlarını hayal etti gözünde. Bir an önce o anın gelmesini istedi. Ama sabırlı olmalıydı. Hayatta çok istediğin bir şey varsa onun geç geleceğini çok iyi biliyordu.
Ev sahibi kapıyı kapatıp, bakıcıyla annesini baş başa bırakarak Taksim’e doğru yola koyuldu. “Ben de bir deste iskambil kâğıdıyla istediğimi görebilsem keşke,” diye düşündü. “Yarın alayım bari bir deste kâğıt,” dedi kendi kendine. Jostein Gaarder’in “İskambil Kâğıtları’nın Esrarı” adlı kitabını hatırladı birdenbire Topkapı-Taksim dolmuşunda. Bu fal alemine kafayı takmış olanları hiç anlamamıştı, hiç de anlamayacaktı. Arkadaşlarıyla buluştu her zamanki yerde. Bir büyük içtiler dört kişi. Joker’i arıyor, bulamıyordu.

Anne, bakıcıyı ilk görüşte sevmişti. Ama bundan öncekini de ilk başta çok sevdiği için yenisinden de çok umutlu değildi. “Nasıl olsa birkaç ay!” diye geçirdi içinden. “Sonra bu da gidecek!”

Ertesi gün bakıcı ev sahibini sabırsızlıkla bekliyordu. Durmadan saate bakıyor ama her baktığında saati aynı yerde görüyordu. “Olamaz!” diye geçiriyordu içinden, “Bu kadar sık bakıyor olamam!” On binlerce kilometre uzaktaki evini düşünüyordu. Annesini, evlendirmek için buralara gelip hizmetkârlık yaptığı 27 yaşındaki oğlunu, canından çok sevdiği kız kardeşi Saide’yi. Kalacak yeri ve parası olmadığı için günlerdir haber alamıyor, daha da kötüsü kendinden haber ulaştıramıyordu ailesine. Merak ettiklerinin, kendisini ne kadar merak ettiğini merak ediyordu.

Ev sahibi tam gece yarısı eve geldi. Umutla açtığı kapıda gözleri kısılmış ve parlaklaşmış birini gördü bakıcı. Ellerine baktı hemen. Boştu. “İyi geceler” deyip odasına geçti ev sahibi. Kapısını kapattıktan bir dakika sonra ışığı da kapattı.

Ertesi günde hatırlamadı ev sahibi iskambil kartlarını. Daha ertesi günde. Bakıcı bir ertesi güne yeni bir umutla uyandı. Ev sahibini çok sevmişti. “İşleri çok belli ki” diye düşünüyordu anneye kahvaltısını hazırlarken. “Bile bile almıyor değil ya, bu akşam kartlarla gelecek!”

Ev sahibi tam on gün, sadece asık suratı ve kısık parlak gözleriyle geldi eve. Her gelişinde saat gece yarısını gösteriyordu. Her yeni gün iskambil kâğıtlarını düşünerek uyanan bakıcı her gece tam on ikide aynı hayal kırıklığını yaşıyordu. Ta ki onuncu güne kadar. Onuncu gün erken geldi ev sahibi. Saat tam altıydı. Gözleri canlıydı. Kapıyı açtığında iskambil kartlarını elinde tutarak gülümseyen ev sahibini gördü bakıcı. Anne boşluğa dalmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bakıcı, ev sahibine coşkuyla sarıldı. Ev sahibi, ikinci bir desteyi çıkardı öbür cebinden. “Bunu da sakla, sonra açarsın” dedi. “Onu, senin için açacağım” dedi bakıcı gülümseyerek.

Bakıcı o gece uzun bir yolculuğa çıktı. Uzaklığın, zamanın, aşkın, özlemin, denizin, gökyüzünün, ülkelerin, meridyen, enlem ve boylamların anlamını matematiksel olarak hiçbir zaman veremeyecekleri uzunlukta bir yolculuğa. Annesini gördü, ev sahibinin annesinin masum göz kapaklarının titreyişinde. Oğlunu gördü, ev sahibinin kısık gözlerinde. Memleketinin kokusunu duydu yanı başında solmakta olan çiçekte. Saksıya su döktü hemen. Gözleri gülüyordu on gün sonra ilk kez. Bir çay daha doldurdu şekersiz. Saatler boyu birini kapatıp diğerini açtı kâğıtların. Ev sahibi odasına girdikten bir dakika sonra ışığını kapatmıştı. Jokerler doluyordu odaya. “Annen seni düşünüyor!” diyordu jokerlerden biri. Bir diğeri “Saide çocuğunu emziriyor” diyordu, kıpkırmızı kan gibi olanı. Başka bir joker, “Murat, iki ay sonra evleneceği sevgilisiyle mışıl mışıl uyuyor” diyordu. Siyahlar kırmızılarla alengirli bir savaşa girmişti. Savaş kanlı bitmişti. Son açtığı yirmi kartın hepsi kan kırmızı renkleriyle tüm eve yayılmıştı.

Bakıcı gözünü açtığında her gece açık bıraktığı perdenin ardında kül rengi bulutlar gördü. Oğlunu hatırladı. Ev sahibi uyandığında uzun yolun ilk hamlesi olan yataktan doğrulmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha hissetti. Anne uyandığında oğlunu hatırladı. Annenin oğlu doğrulup banyoya girerek yüzünü yıkadı. On dakika sonra evden çıktığında bakıcı televizyonu açarak anneye kahvaltı hazırlamaya başladı.

Ev sahibi yol boyunca iskambil kâğıtlarını düşündü. Bu olmalı hayatın büyüsü, diye geçirdi içinden. “Hayatın büyüsüyle ilgili bir şeyler yazayım” diye mırıldandı kendi kendine, aynı şoförün kullandığı otobüsle kendisine para kazandırmayan işine giderken. Dostoyevski’nin sersefil, açlıktan kıvranan, hatta bu yüzden cinayet işleyen roman kahramanlarının dahi evlerinde hizmetçilerinin olmasına anlam veremeyişini hatırladı. “Hem parasızlar, hem de evlerinde hizmetçiler var” diyordu her okuduğunda. Kendini Dostoyevski’nin roman kahramanları gibi hissetti.

Bakıcı mutfakta, “Özbekistan” sözünü duydu. Şaşkınlıkla içeriye koştu. “Çatışmalarda üç yüz kişi öldü diyordu haber bültenindeki ses... Gözleri doldu aniden. Ev sahibinin hediye ettiği telefon kartını alarak numarayı çevirdi. Telefon çalıyor, açılmıyordu. Tam on gün sonra açıldı telefon soğuk bir sesle. Saide’ydi. Ağlıyordu kısık, parlak gözleriyle ablası gibi. “Hemen gel!” dedi hıçkırarak Saide, “Hemen gel!” Bakıcı, açılmamış desteyi cebine koyarak uzun bir yola koyuldu.

29/05/2005 Pazar

3 Temmuz 2010 Cumartesi

En dik lider bizim lider!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ayakta poz vermek için çıktığı Güneydoğu gezisi herhalde amacına ulaştı. Medya şenlikleri eşliğinde “En dik lider bizim lider” uğurlamasıyla bir haftadır ısıtılan cephe ziyareti, bir taraftan defansta az adamla yakalanmış hissiyatıyla davranan iktidarı kızdırdı, diğer taraftan muhalefetin yakaladığı fırsatı gole çevirmesini sağladı. Başbakan Erdoğan’ın artan PKK saldırıları sonrası gittiği Gediktepe’de siperde çömelmiş fotoğraflarına nispet olarak Pervari’deki Kılıçdaroğlu şovu pek çok kahvehanede ve aile sohbetlerinde elbette takdirle karşılanmıştır. Zira Türk insanının hoşuna gidecek bir davranış tarzı bu. Halkın gözünde “korkusuz lider”, “işte, cepheye giden siyasetçi duruşu” izlenimlerine oynayan ve kesinlikle bilinçli bir tercih.

Gel gelelim, bu eski tarz siyaset anlayışı tercih edilerek belki de gerçek anlamda ayağa gelen fırsatlar tepiliyor olabilir. Beklenmedik bir anda, bir kaset skandalı sonrası genel başkanlık koltuğuna oturan Kılıçdaroğlu’nun ilk andan itibaren bir değişim sembolü haline gelmesi için her koşul mevcutken, bunların bir bir kenara itilmesi umutları gölgeliyor. CHP’deki değişim beklentisi vasat “Recep Bey” söylemine, sosyal demokrasiye yeni yorum umudu Pervari’de sıradan bir duruş şovuna tevil edildikçe, Kılıçdaroğlu, adeta Deniz Baykal tarzı siyasetin yeni aktörlüğünden öteye gidemiyor. Yeni söylem, yeni siyaset ve muhalefet tarzı beklentileri sadece CHP’nin özel fotoğrafçısının görüntülemesine izin verilen dik bir duruş uğruna üzerine kafa yorulmadan rafa kaldırılıyor. En dik lider belki Başbakan’a gol atıyor ama Türk siyasetinin yeni biçimi konusunda da bir o kadar hayal kırıklığı yaratıyor.