29 Aralık 2010 Çarşamba

Enternasyonal 1.0

Karl Marx ve Friedrich Engels 1848'de yayımlanan Komünist Manifesto'nun sonunda, 'Bütün Dünya işçileri birleşiniz' diyordu. Aradan geçen 162 yılda arzu ettikleri boyutta küresel bir işçi birliği kurulamadı ama Marx'ın hayali bugün tarihte hiç olmadığı kadar gerçeğe yakın olabilir.

Bunu mümkün kılabilecek olansa bir süre önce internette kurulan bir sosyal ağ: Unionbook! Facebook'u model alıp örgütlenen site üye, uzman ve yönetici olarak görev yapan dünyanın her yerinden sendikacıların sanal ortamda biraraya geldiği bir platform.

Şu an için ağırlıklı olarak Batılı ülkelerden 2800'e yakın üyesi var ve her geçen gün artıyor. Halen geliştirilme aşamasındaki unionbook.org adresli sitenin anadili İngilizce ve 30 dilde içeriğe sahip. Ayrıca siteye Türkiye'den de ciddi bir katılım var. İnternet bağlantısı olan işçi ve sendikacıların iletişim, örgütlenme ve dayanışma platformu olması hedeflenen Unionbook, doğrudan demokrasiye imkân tanıyan yapısıyla küresel işçi hareketi için Web-enternasyonalizmi döneminin kapısını aralamış olabilir.

Projenin arkasında Kanada merkezli LabourStart adlı bir ekip bulunuyor. Sitede farklı amaçlara dönük olarak çok sayıda grup kurulmuş. Bunlardan biri olan Sosyal Ağ Sendikacılığı grubu, ulusal sendikal üyeliklerin de korunarak işçilerin uluslararası birliğini hedefleyen bir sendika kurmak amacıyla bir tartışma platformuna dönüşme aşamasında.

Bu yazı Newsweek Türkiye'nin 27 Aralık 2010-9 Ocak 2011 tarihli 114/115'inci sayısında yayımlanmıştır.

14 Aralık 2010 Salı

Bin yılın sorusu: Batı ekonomik güce dönüşürken Ortadoğu neden geri kalmıştı?

9 Mayıs 1665. İstanbul'da bir mahkemede, o dönemde yeni rastlanan türde bir dava görülüyor. Kadının karşısında davacı olarak Mehmet adlı bir tüccar var. Mehmet'in şikâyetçi olduğu kişi ise İngiltere Büyükelçisi Heneage Finch. Mehmet, kendisine borçlanan bir grup İngiliz tüccarın ortadan kaybolduğu gerekçesiyle, alacağının tüccarlara kefil olan Büyükelçi tarafından ödenmesini istiyor. Söz sırası kendisine gelen Finch, İngiliz mağrurluğuyla kadıya Osmanlı devleti ve İngiltere arasında imzalanan bir kapitülasyon metnini uzatıyor. Anlaşma, bir İngiliz'in bulunduğu ticari davalarda eğer ortada bir belge yoksa iddiaların dinlenemeyeceğini hükmediyor. Anlaşmayı inceleyen kadı, Mehmet'ten iddiasını kanıtlayacak bir belge istiyor. Ancak elinde herhangi bir belge yok. Kadı davayı usulen reddediyor.

O dönemde saf Osmanlı tüccarlarının sadece verilen bir söze güvenerek başkalarına borç verebilmesinin arkasında, modern dünyada kullanılan ekonomik enstrümanlardan habersiz olmaları yatıyordu. Oysa Ortadoğu topraklarında ticaret yapan Batılılar yeni ticari yöntemlere yıllardır alışkındı ve bunları elde ettikleri ayrıcalıklarla Ortadoğu ülkelerinde de uygulayabiliyorlardı. Yaşam ve ticaret biçimlerindeki bu bölgelerarası farklılık, yüzyıllar içinde oluşan ve dünyanın kaderine damga vuran derin bir ayrışmanın küçük bir örneği sadece. Bugün insani gelişme endeksi, kişi başına gelir, okur-yazarlık oranı gibi gelişmişlik göstergelerinde Ortadoğu ülkeleri, OECD ülkelerinin epey gerisinde yer alıyor. Türkiye ise bölgede özel bir konumda. Bir yandan coğrafi ve tarihi bakımdan Ortadoğu'nun bir parçası olduğu için bugünkü ekonomik problemlerinin bir bölümünü bölgenin geçmiş dinamiklerinden devralıyor, öte yandan Osmanlı'nın son dönemlerinden başlayarak çizdiği farklı yörünge sayesinde ekonomik performansı bölgedeki diğer ülkelerden daha olumlu.

Yine de rekabet gücünü ve gelir düzeyini frenleyen, çözümü yapısal reformların hayata geçirilmesine bağlı olan temel problemler söz konusu. Örneğin, Türk şirketlerini daha yüksek bir standarda kavuşturarak rekabet gücünü arttırması beklenen yeni Ticaret Kanunu birkaç yıldır çıkarılamıyor. Başka bir problem Türkiye'nin iç tasarruf oranının düşüklüğü nedeniyle büyümek için dış sermayeye muhtaç olmasına rağmen iç tasarrufları arttıracak adımları atamaması. Bunun bir yolu şirketlerin halka açılarak kaynak temin etmesi. Ancak SPK ve İMKB'nin halka arz kampanyalarına rağmen şirketlerin çoğu geleneksel "aile şirketi" yapısını koruduğu ve kurumsallaşmaktan çekindiği için hisselerini halka arz etmeye pek yanaşmıyor. Öte yandan halkın sermaye piyasası kurumlarına duyduğu güvensizlik de önemli bir etken. Bu sorunların bir özelliği de her birinin İran ve tüm Arap ülkelerinde daha ciddi boyutlarda hüküm sürmesi.

Yüzyıllar boyu şekillenen davranış ve düşünce kalıplarının etkisiyle problemler birikerek miras kaldı. Avrupa Ekonomi Kuruluşu tarafından yapılan bir araştırmada dünyanın en önemli 1000 ekonomisti arasında yer alan yedi Türk ekonomistten biri olan, ABD Duke Üniversitesi Ekonomi Profesörü Timur Kuran yıllardır büyük çoğunluğunu Müslüman ülkelerin oluşturduğu Ortadoğu ile Avrupa'nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri arasındaki farkların nedenlerini araştırıyor. Avrupa ekonomik açıdan güçlenirken Doğu'nun neden azgelişmiş bir bölgeye dönüştüğünün izini tarihin derinliklerinde süren Kuran, son olarak 17'inci yüzyılda İstanbul'daki kadı mahkemelerinde görülen ticari davaların kayıtlarını kurduğu bir ekiple mercek altına alarak "Mahkeme Kayıtları Işığında 17'inci Yüzyıl İstanbul'unda Sosyo Ekonomik Yaşam" başlıklı, 10 ciltlik (İlk iki cilt İş Bankası Kültür Yayınları'nca yayımlandı) bir esere dönüştürdü. Dönemin ekonomik yapısını gözler önüne seren bu çalışmadan elde ettiği bulguların analiz edildiği ve Aralık başında ABD'de yayımlanan "The Long Divergence-How Islamic Law Held Back The Middle East" (Yollar Ayrılırken: İslam Hukuku Ortadoğu'yu Nasıl Geri Bıraktı) adlı kitabındaysa, Doğu-Batı gelişmişlik farkının temellerine ilişkin yeni tezler öne sürüyor. Kitabını ve çalışmalarını Newsweek Türkiye ile paylaşan Kuran'ın ulaştığı sonuçlar geçmişteki kimi araştırmalar gibi Ortadoğu'nun geri kalmışlığı sorununu dar görüşlü hükümdarlar, tutuculuk ya da İslami gericilik gibi klişelere bağlamıyor. Temel olarak iki bölgenin kurumsal yapıları üzerinden hareket eden Kuran, İslam toplumlarının sorununu devletin kendini yenileyememesinde değil, özel sektörün gelişmesini engelleyen hukuksal tıkanmalarda görüyor.

Yazının devamı 13-19 Aralık 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde.
(Fotoğraf: Ersan Yiğitsözlü - AA)

Not: The Long Divergence, Princeton Üniversitesi Yayınları'nca Kindle versiyonuyla birlikte yayımlandı. Kitabın Facebook sayfası da şimdiden tartışma platformuna dönüştü.

9 Aralık 2010 Perşembe

Günün menüsü: Yumurta, kuzu, biber, çorba

Güncel siyasetin son menüsünde, kâfi miktarda yumurta karıştırılmış kuzu (üzerinde kokteyl şemsiyelerle), özel biber gazıyla terbiye edilmiş kırık burun kemiği ve geleneksel “örgüt” çorbası bulunuyor.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) düzenlenen “Türkiye’de anayasa” konulu bir konferansta, katılımcılardan önce CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’un, hemen ardından da AKP milletvekili Burhan Kuzu’nun protesto edilmesi öğrencileri bir kez daha gündeme taşıdı. Sonuç: İktidar, protesto edilen konuşmacılar, görüşü sorulan siyasetçiler ve abuk bir açıklama yapan YÖK Başkanı yumurta krizinden geçer not almış değil.

“O yumurtaları atacaklarına yesinler, zihinleri açılır belki… 30 yıldır hocalık yapıyorum, bu kadar beyinsiz öğrenci grubunu bir arada görüyorum” diyen Kuzu’nun bu demeçleriyle de teyit edildiği üzere tartışmanın odağına öğrencilerin eylem biçimleri oturtuluyor. Kimse protestoların nedenine, öğrencilerin taleplerine dikkat çekemiyor. Bunu şimdilik bir kenara koyalım, burada tartışılacak bir konu varsa o da Pazar günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde üniversite rektörleriyle gerçekleştirdiği toplantıyı protesto etmek isteyen öğrencilerin Dolmabahçe’de neden acımasız bir polis şiddetine maruz kaldığıdır.

Dolmabahçe olayı aslında toplumun geleceği açısından umutsuzluğu artırıyor. Böyle bir olayda bile uzlaşamayan bir toplum, hangi olayda uzlaşacak? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, öğrencilerin gayet doğal, üstelik demokratik hakları olan bir protesto girişiminde, polis tekmeleriyle karnındaki bebeğini kaybeden 19 yaşındaki bir insana neden bu yaşta hamile kaldığı ve hamile haliyle neden eyleme katıldığı üzerinden suçlamalar yöneltilebilmektedir? Bu, “Eğer bir toplumsal eyleme katılıyorsanız ve iktidarı protesto etmek istiyorsanız polis dayağıyla karşılaşacağınızı bilin” mesajıdır. Sanki normal olan toplumsal muhalefet değil, bunun acımasız bir şiddetle polis tarafından bastırılması.

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın Ankara SBF’deki olayı öğrenci eylemi değil, “örgüt işi” olarak tanımlaması da iyice çorbaya dönen mevzuya tuz basar nitelikte. Böylece 1980’lerden itibaren nerede bir öğrenci protestosu yaşansa bunları “örgüt işi” olarak niteleyip toplumun dışında hareketler olarak göstermeye meyilli siyasetçilerin arasına katılmış oldu. Garip olan “İleri demokrasi noktasında” referandumda 12 Eylül’le hesaplaştığını ve darbe anayasasını değiştirdiğini iddia eden AKP’nin bu kalıplaşmış 12 Eylül zihniyetiyle toplumu okumaya ısrarla devam etmesi.

Başbakan Erdoğan, “Polisimiz gerekli tavrı ortaya koyacaktır” diyerek bir siyasi gafa da imza atmıştır. Yani bundan sonra bu tür durumlarla karşılaştığında polise nasıl davranacağıyla ilgili gerekli salahiyet en yetkili makam tarafından verilmiştir. Ayrıca YÖK Başkanı’nın bir süre “siyasilerin üniversiteye davet edilmemelerini ve konuşmak zorunda kalmamalarını temenni etmesi” de başka bir gaftır. Abdülhamit’in son Maarif Nazırı Mustafa Haşim Paşa’nın “Mektepler olmasa şu Maarif’i ne güzel idare ederdim” şeklindeki sözü var ya hani güldüğümüz. İşte bu mantıkla karşı karşıyayız. Siyasetçiler üniversitelere gidip konuşmasa, öğrenciler hiçbir şeyi protesto etmese, her şey süt liman devam etse, hayat bayram olsa, başımız hiç ağrımasa.

Ancak bir demokraside özellikle iktidardaysanız başınızın ağrımasına razı olmak zorundasınız. “İleri demokrasi noktası”ndan dem vurup öğrencileri şehirlere sokmamak, tek bir eleştiriyi bile kabul etmemek normal değil. Normal olan öğrencilerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının eylem ve protesto haklarını sorgusuz kabul etmektir. Çağdaş demokrasi noktası burasıdır. Konu yumurta değil, demokrasi meselesidir.

(Fotoğraf: Anadolu Ajansı )