24 Ağustos 2010 Salı

Taşı toprağı sükûnet İstanbul

Aynı anda hem kaçmak istenen hem de sayısız güzelliğine sığınılan kaç şehir vardır ki yeryüzünde? Ama bu daha çok son 20 yılın duygusu. Bir de kaçıp uzaklaşmayı hiç düşünmeden, doya doya İstanbul’u yaşayanların dönemleri var ki, maalesef o günlere dair ancak fotoğraf bulabiliyoruz artık.

Bu dönemlerden bir demeti İstiklal Caddesi Mısır Apartmanı’nda yer alan Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde “Fotoğraf Geçidi 2010” projesi kapsamında sergilenen Ozan Sağdıç’ın “1950’ler İstanbul’u” fotoğraflarından görmek mümkün. 3 Eylül’de sona erecek olan sergide 1934 doğumlu sanatçının seçme İstanbul fotoğraflarının her biri şehrin geçmişine doğru çıkılan birer yolculuğa dönüşüyor. Öyle ya, Galata Köprüsü’ndeki Adalar vapur iskelesi, Sirkeci’de müşteri bekleyen şehirlerarası dolmuşların şoförleri, karlı bir kış günü İstiklal Caddesi’nden süzülen Şişli-Sirkeci tramvayı, buzlarla kaplı Boğaziçi’nin tenhalığı, Kadıköy’ün ahşap evlerinin benzersiz estetiği bugün İstanbullu’nun rastlayabileceği görüntüler değil.

Nüfusu bir milyonu henüz devirmiş İstanbul’un denizinin artık tarihe karışmış cömertliği de imrendirici. “Boğaz’daki uskumru ve palamut akınları Haliç’i bile dolduruyordu. Kuzu gibi toriğin tanesi 50 kuruşa satılıyordu. Sahiller boyunca çiroz kurutma tezgahları göze çarpardı. Eminönü balıkhanesine 300-400 kiloluk orkinozlar gelirdi” diye hatırlıyor o günleri Sağdıç. Eminönü’nden Karaköy'e kadar Galata Köprüsü boyunca onlarca balıkçı teknesinin bir donanma gibi Haliç’in girişine yayıldığı fotoğraf bu satırları öyle güzel özetliyor ki.

Ozan Sağdıç, 1956’da yayın hayatına yeni başlayan Yeni Hayat Mecmuası’nın kadrolu iki foto muhabirinden biri (diğer isim Ara Güler) ve fotoğrafı toplumsallaştıran isimlerden Henri Cartier Bresson’un döneme damga vuran gerçekçilik akımının temsilcisi bir kuşağın üyesi. Bu sayede şehrin yaşam biçimi ve sosyo ekonomik yapısı, benzersiz coğrafyası ve albenisi kadar yansıyor çalışmalarına. “Ben fotoğrafa başladığım zaman, rollfilm 120 kuruştu” diyor sanatçı siyah beyaz fotoğraflarının arasına serpiştirilen notlarından birinde, “1955’ten itibaren ülke döviz bunalımına tosladı. Batı malları hiç bulunmuyordu. Et de 5-6 liraydı. Yarım kilo ekmek 30 kuruştu ama nedense fırınların önünde kuyruklar oluşuyordu.”

Yaşayanların yoksulluğuna rağmen Sağdıç’ın “Hayat göreceli olarak galiba daha basit, daha sade ve halk ilişkileri daha bir sükûnet içindeydi” sözleri şehrin tılsımlı çekiciliğinin daha baskın olduğunun kanıtı gibi. Belki de bugün İstanbul’dan bu nedenle kaçmak istiyoruz. O sükûneti özlediğimiz için.

22 Ağustos 2010 Pazar

Orhan Pamuk kitabını beklemek

Orhan Pamuk’un yeni kitabı “Manzaradan Parçalar-Hayat, Sokaklar, Edebiyat”ın piyasaya çıkması için birkaç gün kaldı. Kitabın basın bülteni geleli beri yaklaşık 15 gündür sürdürdüğüm geri sayımın ve sona yaklaştıkça artan heyecan dolu bekleyişin aynısını, bundan önceki kitabı Masumiyet Müzesi iki yıl önce bugünlerde okuyucusuna kavuşmak için gün sayarken de hissediyordum.

Bu, her yazara karşı hissettiğim bir duygu değil. Ayrıca sadece bana ait de değil bu duygu, “Orhan Pamuk kitabını beklemek dönemi”nin heyecanını paylaşan çok fazla insan var. Benzeri sık yaşanmayan bir okuma keyfinin doruklarında gezdireceğinden neredeyse emin olunan bir kitaba erişebilmek için katlanılmaz bir merakın çekiştirdiği gelmek bilmeyen günler bir çeşit sabır testine dönüşür fanatik Pamuk okuru için. Üstelik bu ciddi bir hazırlık evresidir aynı zamanda. Elde okunan bir kitap varsa diğer bütün işler savsaklanıp ertelenerek hızla bitirilmeye çalışılır. Yeni bir kitaba başlanmak üzereyse kalan günlerde bitirilebilecek kalınlıkla olup olmadığına bakılır. Değilse hiç başlanmaz. Zihin, bir sonrakinin ne zaman tecelli edeceği belli olmayan bu müstesna an için yavaş yavaş boşaltılır. İpuçları toparlanır sağdan soldan; konusu öğrenilmeye çalışılır, nerede ve ne kadar sürede yazıldığı da. Kitabı okuma şansına erişebilmiş yayınevi editörlerinin yerinde olmak bile istenir.

Ve o gün geldiğinde erkenden kitapçıda alınır soluk. Raflar incelenir, kitabın bulunduğu reyonla ilk göz teması adımları hızlandırır. En pürüzsüz kopyaya sahip olmak birkaçını elden geçirip hafiye titizliğiyle incelemeyi gerektirir. Kapakta ve sırtta çizik, kırışıklık var mı, sayfalarda kayma ya da silik basılan bölümler var mı gibi sorular benim gibi takıntılı okur için olay yeri incelemesinin rutin ilk adımlarıdır. İtinayla yerleştirilir çantaya ve okuma mekânına doğru tutulan en uzun yolculuklardan biri başlar. Ben şayet iş günüyse kaytarmanın yollarını arayıp eve kapanmaya çalışırım açıkçası.

Başaramazsam da akşam evdeki seramoni hali önceden bellidir. Hızla yenen bir yemekten sonra dumanı tüten sert bir filtre kahve, üst üste yığılı sigara paketleri, küllük, kitap ayracı, not defteri ve birkaç kalemin itinayla yerleştirildiği sehpa koltuğun kenarına usulca çekilirken ve ilk sayfa çocuksu bir coşkuyla açılırken, kahve bittikten sonra alınacak çay da mutfakta yavaş yavaş demlenmeye başlamıştır. Eskiden okuduğum hiçbir kitabın satır altlarını çizemezdim. Bu takıntımı çoğu kitap için kırdım, ama Pamuk kitapları bunlara dahil değil. Ama okuma anının en zor tarafı bu değil. Bir an önce sonu gelsin diye hızla okumakla, bu keyif mümkün olduğu kadar uzasın diye okumayı yavaşlatma arasında bocalama evresi hüküm sürer bu aşamada. Kimi zaman biri kimi zaman diğeri galip gelir. Kitap bittiğinde hissettirdikleri de “Manzara’dan Parçalar” bittikten sonra yazacağım postun konusu olsun.

Newsweek Türkiye
'de Kürşad Oğuz (itiraf ediyorum, daha piyasaya çıkmayan kitabı elinde gördüğümde kendisini çok kıskandım), “Büyük bölümü daha önce yayımlanmış olsa da, bir bütün olarak okunduğunda ‘Manzaradan Parçalar’ın bir hayli özel olduğu söylenebilir. Pamuk’un yaşlandıkça yalnızlaştığını anlattığı satırlardan babasının ölümüyle girdiği hesaplaşmaya, kitaplarında intikam aldığı kişilerden otuz bir çekmekle ilgili travmalara kadar uzanan bir ‘özellik’ bu” diye yazıyor bu hafta. Kitapla ilgili bahsettiğim ipuçları da o yazıda yer alıyor. Oğuz, Pamuk’un Türkçe’de yayımlanmamısş başka bir kitabının ABD’de “2010’un kalan günlerinde en çok beklenen kitaplar” listesinde gösterildiğini, geçen yıl Harvard Üniversitesi’nde verdiği edebiyat derslerinden oluşan kitabın ABD’de Kasım’da, Türkiye’de ise 2011 baharında okunabileceğini de belirtiyor.

Orhan Pamuk kitabını beklemek duygusu da belli ki Orhan Pamuk gibi uluslararası bir hal almış. Üstelik bu sefer biri bitmeden diğeri başlayan bir beklemeden bahsediyoruz.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Nasıl ‘hayır’ dersin???

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, iş dünyasının çok büyük bir kesimini fırçalamasına şahit oluyoruz yine. İlk önce Habertürk TV’de Yiğit Bulut’un Sansürsüz programında TÜSİAD’ı harcadı, bir gün sonra da TOBB Başkanı ve yönetim kurulu üyelerini.

Her iki kuruma yüklenmesinin nedeni yaklaşan anayasa referandumunda evet oyu kullanacaklarını açıklamamaları. TÜSİAD’a “Rengini belli et, bitaraf olan bertaraf olur”; TOBB’a da, “Sizin gibi bir işadamı örgütü bu pakete nasıl ‘hayır’ der” diyor.

Başbakan’ın TÜSİAD’la yıldızı zaten çok uzun süredir barışık değil. Şimdiye kadar defalarca bu kurumu karşısına almaktan çekinmedi Erdoğan. O derece ki, birkaç ay önce başkanlık görevini bırakan Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın yerine uzun süre aday çıkmaması, kimsenin bu ateşten gömleği giymeye cesaret edemediği şeklinde yorumlanmıştı.

Öbür yandan TOBB’un durumu daha enteresan. Zira Erdoğan kimi zaman sanki bu örgütten kazık yemiş gibi davranıyor. Geçmiş yıllarda başbakanların iş dünyasının temsilcileriyle bir araya geldiği ve gazetelerin ekonomi sayfasına yansıyan fotoğrafların neredeyse tamamında TÜSİAD başkanları ya da üyeleri yer alırdı. AKP iktidarıyla tablo değişti ve giderek güçlenen Anadolu sermayesi fotoğraf karesinin kahramanları haline geldi. Artık Ankara’da iş dünyasını TOBB, Türkiye İhracatçılar Meclisi, MÜSİAD gibi kurumlar temsil ediyor. Erdoğan da bu tercihin karşılığı olarak kendilerinden her toplumsal meselede yanında yer almalarını istiyor. Ancak bu beklentisi arzu ettiği ölçülerde gerçekleşmediğinde bu kesimi de fırçalamaktan çekinmiyor. Bir önceki örnek, rekor düzeydeki işsizlik nedeniyle Başbakan’ın TOBB’a “Her biriniz bir kişi alsa işsizlik biter” şeklindeki çıkışıyla başlayan tartışmaydı.

Başbakan’ın TOBB’a yönelik ifadeleri bir gazetede “Patronlara sandık dersi” başlığıyla çıktı. Patronlar sandık dersini aldı mı bilmem ama bir ülkenin başbakanının yapılacak bir halk oylaması öncesinde, “Buna nasıl hayır dersin” diyerek sivil toplum kuruluşlarına baskı uygulaması karşısında bir de demokrasi dersi gerekmiyor mu? Hele de daha demokratik bir Türkiye için bu anayasa değişikliğine gidildiği söylenirken…

(Fotoğraf:Mehmet Kaman/AA)

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Akvaryuma balık gerek

Başlık, Ezel dizisinden bir Ramiz Dayı repliği gibi oldu. Ezel tatilde ama, NTV’deki “Tuncel ve Dostları” programında çevreyle ilgili hassasiyetlerini dile getirirken farkına varmadan ve haklı olarak Ramiz Dayı karakterine bürünen Tuncel Kurtiz’den etkilenmiş olabilirim, bilmiyorum. Yazın az sayıdaki keyifli programdan biriydi ve önceki gün ne yazık ki son bölümü yayımlandı. Konuklarsa ressam Muzaffer Akyol ve şarkıcı Sema Moritz’di. Akyol’un yazdığı “Harici” şiiri üzerine gelişen sohbet, Sema’yla Kurtiz’in birlikte söyledikleri Şeyh Bedrettin Destanı ve Sema’nın “Mazi Kalbimde Yaradır” tangosu, programı benim için mükemmelleştirdi. Yine bir sıcakla kavga anımda sabaha karşı saat beşte tesadüfen tekrarını yakaladığım için mutluydum.

Sevgili dostum (ve blog teknik danışmanım) Yenal son postunda, aşırı sıcakların getirdiği uyuyamama halini alt etme mücadelesi yerine genelde kalkıp kitap okumayı tercih ettiğimi anlattığım yazıma atıfla, “Hiç değilse sıcağın hayata pozitif bir katkısı varmış. Bir katkısı daha olmasını umuyorum. Bloguna daha fazla post girebilir mesela” diyor benim az yazmama serzenişte bulunarak.

Kesinlikle haklı. Açıkçası ciddi bir hevesle yeni açtığım blog için yeteri kadar bonkör davranamadım şimdiye kadar klavyenin tuşlarına. Ama kısa süre içinde bu mecra da zaman çizelgemden hakkettiği payı alacak gibi. Zira, aklımı sürekli kendisine haksızlık yaptığım hissiyle kurcalayan blogum şu an gözüme içinde yeterince balık olmayan akvaryum gibi görünüyor.

Bu haftaki haberimi bitirdiğimde sabah saat dokuzdu. Ve yine bir cuma gecesi daha hiç uyumadan cumartesiye bağlandı. Dün sabah saat yedi buçukta uyuyabilmiştim, ama bugün dergiyi bağlayacağımız için uyumak imkânsız. Umarım bu gece dergi bitip eve döndüğümde uyuyabileceğim ölçüyü kaçırmaz sıcak hava dalgası.

Ne dersin, bayram gelmeden iki kişi klimaya mı girsek Yenal?

10 Ağustos 2010 Salı

Uykuyla kavga mevsimi

Bütün camlar açık, balkon kapısı da. Arada buzdolabının buzluk kapısı açılıp içine kafa uzatma eylemi de rutinleşmiş durumda. Ancak kâr etmiyor. Haber bültenlerinde ve gazetelerde rekor sayıda sıcak rekoru haberi, Kadıköy’de 61 derece, KKTC’de son 36 yılın, Moskova’da son 100 yılın rekoru, yüzde 90’larda gezinen nem oranları şeklinde uzayıp giderken iç sıkıntısını da rekora taşıyor.

Gündüz dayanması da zor ama esas kâbus geceleri. Saatler uzuyor, sokak usulca sessizleşiyor, zaten doğru düzgün bir şey olmayan televizyon iyice enerjinizi alıyor. Uykuya geçmek için genelde ilk deneme saatim olan 02.00 civarı “Acaba bu gece uyuyabilecek miyim” kaygısıyla yatağa uzandığım an sağdan sola ve hemen ardından soldan sağa dönüş rekoru denemelerim birbirini izlemeye başlıyor. Bu anlamsız denemeler için başlarda daha ısrarcıydım, uzun uzun dönerek bilincimi kaybedeceğim anı beklerken, artık en fazla birkaç deneme ve toplam 10 dakikalık bir süre sonunda kendimi elimde sigarayla ayakta buluyorum. Kaybedeceğimi bildiğim bir savaşta yıpranmaktansa keyif alacak bir şeyler yapmak daha cazip görünüyor.

Olumsuzlukları kullanılabilir ve işlevsel hale getirmek gerek. İlk sigaramla kettle’da kahve suyunun kaynamasını bekleyip var olan ama bedenimi alt edecek kadar güçlenemeyen uykumu iyice açmaya çabalıyorum. Pek de bir işe yaramayan pırpırı çalışma masasına taşıyıp ruh halime göre yazmaya ya da okumaya başlıyorum. Aslında acele etmeden, gecenin sessizliğinde tadını ala ala okumak için ideal bir zaman dilimi. Ama bir yandan da iyice biriken günün yorgunluğu motive olmayı zorlaştırıyor ve saatler ilerledikçe katmerleniyor. Sabah saatlerindeyse mücadele doruklarda. Uykunun ilk vurgun dalgası saat beş civarı gerçekleşiyor. Bunu atlatırsam ikinci dalga saat 07.00’de. Birkaç saat önce çağırdınızda size teslim olmayan uyku, bu kez sizi teslim almak için çok davetkâr vuruşlar gerçekleştiriyor. Ne yazık ki uyumak için artık geç kalınmış saatler ve bu dalgalara teslim olmak öğlene kadar uyuyakalıp günün yarısını feda etmek demek.

Bu yüzden bu sert vuruşları atlatıp kimi zaman hiç uyumadan işe gittiğim de oluyor, ancak bunun bedeli de gün ortasından itibaren hayatın tam bir kâbusa dönüşmesi. Gece oturmayı severim ve hemen her zaman gece yazdığım için en az haftada bir gün sabaha kadar oturmak artık alışkın olduğum bir şey. Ancak bunun günlük bir rutine dönüşmesi oldukça zorlayıcı. Neticede bu yaz çok zor geçiyor. Klima kullanımından kaynaklanan elektrik tüketim rekoruna bu yaz kişisel bir katkıda bulunamadım ama seneye bu rekorun önemli bir parçası olmaya kesinlikle kararlıyım. Zira bir daha böyle bir yaz geçiremeyeceğim.