Aynı anda hem kaçmak istenen hem de sayısız güzelliğine sığınılan kaç şehir vardır ki yeryüzünde? Ama bu daha çok son 20 yılın duygusu. Bir de kaçıp uzaklaşmayı hiç düşünmeden, doya doya İstanbul’u yaşayanların dönemleri var ki, maalesef o günlere dair ancak fotoğraf bulabiliyoruz artık.
Bu dönemlerden bir demeti İstiklal Caddesi Mısır Apartmanı’nda yer alan Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde “Fotoğraf Geçidi 2010” projesi kapsamında sergilenen Ozan Sağdıç’ın “1950’ler İstanbul’u” fotoğraflarından görmek mümkün. 3 Eylül’de sona erecek olan sergide 1934 doğumlu sanatçının seçme İstanbul fotoğraflarının her biri şehrin geçmişine doğru çıkılan birer yolculuğa dönüşüyor. Öyle ya, Galata Köprüsü’ndeki Adalar vapur iskelesi, Sirkeci’de müşteri bekleyen şehirlerarası dolmuşların şoförleri, karlı bir kış günü İstiklal Caddesi’nden süzülen Şişli-Sirkeci tramvayı, buzlarla kaplı Boğaziçi’nin tenhalığı, Kadıköy’ün ahşap evlerinin benzersiz estetiği bugün İstanbullu’nun rastlayabileceği görüntüler değil.
Nüfusu bir milyonu henüz devirmiş İstanbul’un denizinin artık tarihe karışmış cömertliği de imrendirici. “Boğaz’daki uskumru ve palamut akınları Haliç’i bile dolduruyordu. Kuzu gibi toriğin tanesi 50 kuruşa satılıyordu. Sahiller boyunca çiroz kurutma tezgahları göze çarpardı. Eminönü balıkhanesine 300-400 kiloluk orkinozlar gelirdi” diye hatırlıyor o günleri Sağdıç. Eminönü’nden Karaköy'e kadar Galata Köprüsü boyunca onlarca balıkçı teknesinin bir donanma gibi Haliç’in girişine yayıldığı fotoğraf bu satırları öyle güzel özetliyor ki.
Ozan Sağdıç, 1956’da yayın hayatına yeni başlayan Yeni Hayat Mecmuası’nın kadrolu iki foto muhabirinden biri (diğer isim Ara Güler) ve fotoğrafı toplumsallaştıran isimlerden Henri Cartier Bresson’un döneme damga vuran gerçekçilik akımının temsilcisi bir kuşağın üyesi. Bu sayede şehrin yaşam biçimi ve sosyo ekonomik yapısı, benzersiz coğrafyası ve albenisi kadar yansıyor çalışmalarına. “Ben fotoğrafa başladığım zaman, rollfilm 120 kuruştu” diyor sanatçı siyah beyaz fotoğraflarının arasına serpiştirilen notlarından birinde, “1955’ten itibaren ülke döviz bunalımına tosladı. Batı malları hiç bulunmuyordu. Et de 5-6 liraydı. Yarım kilo ekmek 30 kuruştu ama nedense fırınların önünde kuyruklar oluşuyordu.”
Yaşayanların yoksulluğuna rağmen Sağdıç’ın “Hayat göreceli olarak galiba daha basit, daha sade ve halk ilişkileri daha bir sükûnet içindeydi” sözleri şehrin tılsımlı çekiciliğinin daha baskın olduğunun kanıtı gibi. Belki de bugün İstanbul’dan bu nedenle kaçmak istiyoruz. O sükûneti özlediğimiz için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder