24 Şubat 2011 Perşembe

Murakami ve Norwegian Wood


Japonya’da özellikle genç kuşağın hayranlıkla takip ettiği Haruki Murakami günümüzün en önemli yazarlarından. Kitapları 40 dile çevrilen yazarın Türkiye’de de hatırı sayılır bir okur kitlesi var. Murakami’yle ilgili son gelişmeyse, Türkçe’ye Doğan Kitap tarafından İmkânsızın Şarkısı adıyla çevrilen Norwegian Wood romanının uzun süredir beklenen beyazperde uyarlamasının 11 Mart’ta nihayet gösterime girecek olması. Ancak ne yazık ki Japonya’da. Muhtemelen bu filmi Türkiye’de beyazperdede -gecikmeli de olsa- izleyemeyeceğiz. Acaba The King’s Speech başarısına imza atan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün danışmanları Murakami okurlarına da yardımcı olurlar mı?

Oscar ödüllü yönetmen Anh Hung Tran’ın beyazperdeye uyarladığı filmin müzikleri Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’a ait. Başrollerdeyse Kenichi Matsuyama ve Kiko Mizuhara var.

Bir uçak yolculuğu sırasında The Beatles’ın Norwegian Wood şarkısının bir yorumunu işitmesiyle anılarının dehlizine dalan Vatanabe’nin sarsıcı geçmişine yaptığı yolculuğa usulca eşlik etmeye başlıyoruz biz de. Fonda 68’in olaylı günleri, bildik aşk üçgeni klişelerinden çok uzakta şiirsel bir erotizm ve saf aşk peşinde bir gencin inatçı özlemi. Ve tabii ki Murakami’nin büyüleyici anlatımıyla müzik, kitaplar, gündelik hayat, vs.

Filmde Tran’la birlikte senaryoya Murakami’nin de el atması benzer bir yolculuğu bu kez görsel açıdan yapacağımızı hissettiriyor. Kimilerinin tersine, bir film, okuduğum bir romandan uyarlanmışsa özellikle görmek isterim. Okuduğum satırların zihnimde canlandırdığı sahneyi bir başkasının nasıl hayal ettiğini merak ettiğim için. Ve fragmandaki veranda sahnesi sanki kendi geçmişimden güzel bir anıymış gibi, tıpkı Vatanabe’ye uçakta olduğu gibi zihnimde aniden belirdiğinde bir kez daha hissettim Murakami’nin büyüsünü.

Fragmanı izledikten sonra okumaya başladıysanız, The Beatles'tan Norwegian Wood’u dinleyerek bitirebilirsiniz.

25 Ocak 2011 Salı

Tekerrür

Kızıl güneş yüzlerce yıl önceyi geri getiriyordu.

Doğa, inzivaya çekilirken kızıl güneşe saygı duyuyordu. 

Biri kızıl güneşe doğru yol alıyordu.

Tıpkı yüzlerce yıl önce olduğu gibi...

20 Ocak 2011 Perşembe

Otomobil uçar gider…


Başbakan Erdoğan, “Bertaraf olursunuz” diyerek tehdit ettikten sonra bugün ilk kez TÜSİAD’la bir araya geldi. Genel Kurul toplantısında yaklaşan genel seçimden ötürü olsa gerek, son dönemde izlediği sert tutumdan uzak bir tavır sergileyen Erdoğan uzun konuşmasında Türk ekonomisinin başarısını gösterdiğine inandığı birtakım rakamlar verirken bazı rakamlarıysa hiç hatırlatmadı. Özellikle otomotiv sektörüyle ilgili seçtiği rakamlar göz boyayıcıydı. Ancak bunlara da biraz daha derinden bakmak şart.

“2002’de 91 bin adet otomobil satılan Türkiye’de 2010 yılında 510 bin otomobil satıldığını” söyleyen Erdoğan, piyasadaki canlanma ve güvenin göstergesi olarak bu rakamlara vurgu yapıyor. Doğrudur, piyasa işlek görünüyor. Türkiye otomotiv pazarı, toplam satışların yüzde 36,5 oranında artarak 760 bin 913 adete varmasıyla 2010 yılında tüm zamanların satış rekorunu kırdı. Ancak bu olumlu tabloyu gölgeleyen bir gerçeğe bundan böyle daha fazla eğilmek gerekiyor. Türkiye’de toplam araç satışlarının yüzde 60’ı ithal, yüzde 40’ı yerli üretimden oluşuyor. Sadece otomobile bakıldığında daha vahim bir tablo görülüyor. Türkiye’de satılan her 100 otomobilden 70’i ithal, yalnızca 30’u yerli üretim. Yani dış dünyaya kaynak aktaran bir yapı. Bu dengesiz tabloyu şöyle formüle edelim: Ürettiğimiz araçların yüzde 70’ini ihraç ediyoruz, satın aldığımız araçlarınsa yüzde 60’a yakınını ithal ediyoruz.

Bu nedenle Başbakan Erdoğan işadamı Mustafa Koç’a “Soyadınız gibi bir marka ile yerli otomobil üretin” diyor. Son dönemde otomotiv sektöründe bu tür arayışlar var, ancak bu sanıldığı kadar kolay değil. Yerli marka bir otomobil, üretim teknolojisi olarak mümkün olsa bile işin küresel boyutu düşünülmek zorunda. Türkiye Otomotiv Sanayicileri Derneği Genel Sekreteri Prof. Ercan Tezer yaptığımız bir röportajda şöyle diyordu: “Türkiye’nin üreteceği markanın küresel pazarda nasıl ticarileştirileceğinin cevabı verilmeden bu konuyu tartışmak mümkün değil. AB pazarına satacaksanız 27 ülkede şebeke kurmanız lazım. En azından beş bin tane bayi kurmanız lazım. Bu bir yatırım meselesi.” Sadece bu kadar da değil. “Böyle bir modeli çıkarttığınızda yapılan yatırımları geri ödemek için bu modelden en azından 3-4 milyon adet üretmeniz lazım. Böyle bir pazarı oluşturmak lazım. Bu pazarı da küresel pazarla beraber içerde oluşturmak lazım. Otomobilde içerde böyle bir şansınız hemen hemen yok. Yüzde 30 pazar payına sahip olan bir ülkede siz dünya markası geliştiremezsiniz. Ticari araçta da pazar çok büyük değil. Pazar payı yüksek ama pazar büyük değil. Dolayısıyla bu araç yapılır, camekânda kalır, küresel boyutta ticarileşemez” diyor Tezer.

Bu tür bir projenin hayata geçmesi devletin ciddi teşviklerine, en az 10 yıl gibi bir sabır süresine, çok büyük yatırımlara ihtiyaç duyuyor. İşadamlarına “Her biriniz bir işçi alın işsizlik bitsin” der gibi, “Bir Türk markası otomobil üretin” demekle bu işler olmuyor. Devrim’den beri süren yerli marka efsanesini artık bir kenara bıraksak da önce üretime dayalı gerçekçi bir makro ekonomik model tasarlasak hiç fena olmaz.

16 Ocak 2011 Pazar

Masa da masaymış ha


Ve açılır bir kez daha bir yeni hayat sahnesi...

Newsweek Türkiye’nin beş ay süren hazırlık evresiyle beraber yaklaşık iki buçuk yıllık macerası aniden son buldu. Newsweek Türkiye gibi doğumundan itibaren naçizane pay sahibi olduğu durumlarda sahiplenme duygusu, insanın mutlu olduğu bir iş yaparken hissettiği aidiyet duygusuyla yarışabiliyor.

İşte o zaman, yayın hayatına başladıktan birkaç ay sonra en çok alıntılanan dergi olan, kapanmadan sadece dört gün önce yılın kapağı seçilen, çeşitli ödüller alan bir yayından çok hayatınızın tam içinden bir anlamı ve amacı da bırakmış oluyorsunuz geride. Hâlâ duymayanlar ve duyunca inanamayanlar olsa da, sayısı belirsiz gün doğumuna klavyelerin tuş sesleri, uykusuzluktan kısılmış gözler, sert kahveler ve tartışmalar eşlik etmiş olsa da hayatın bir dönemecine daha geliverdiğinizde elden gelen yeni başlangıçların tohumunu atmaktan öteye geçemiyor.

Köşebaşlarından ibaret çünkü hayat ve dönülecek usulca her birinden. Ve bu konuda, Radikal Kitap’ın bu haftaki sayısında Figen Şakacı’nın ünlü Rus yazar Nabokov’un “Konuş, Hafıza” kitabı (İletişim Yayınları) hakkındaki yazısında kitaptan yaptığı alıntı yardımcı olabilir (Alıntıyı alıntılamak konulu eleştirilere açığım.):

“Tabiat, yaşı kemale ermiş bir insandan, yolculuğun başını ve sonunu, tıpkı bu ikisi arasında görülen olağanüstü hayaller gibi, umursamazca kabullenmesini bekler. Hayal gücünün, ölümsüzlerin ve olgunlaşmamışların tattığı o yüce hazzın, bir hududu olmalıdır. Yaşamdan tat almanın koşulu, onun tadını haddinden fazla çıkarmamaktır.”

Newsweek Türkiye de hayatın içinde, hayatın kendisine çok benzer bir yolculuktu. Her ne kadar tadını haddinden fazla çıkarmış hissetmesek de… Yeni başlangıçta ise, işin getirdiği zamansızlık nedeniyle yeterince ilgilenilmeyen bu blog, kitaplıktan her daim göz kırpan okunmamış kitaplar, itinayla bekletilen güzel ciltli boş defterler, az kullanılmış kalemler, sert kahveler ve yeni gün doğumları olacak. Hepsi de fotoğraftaki masada olacak. Masa deyince, hatırlattığı şiiri anmamak olmaz. Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” (Adam Yayınları, Toplu Şiirleri I) kitabındaki “Masa da Masaymış Ha” adlı şiiri elbette…

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu

12 Ocak 2011 Çarşamba

Muhteşem keyfiyet

Bir haftadır Muhteşem Yüzyıl’dır gidiyor. Vay efendim, ecdadımız nasıl da kadın düşkünü gösterilmiş, vay efendim Kanuni’ye şarap içirilmiş, vs… Son olarak diziye yayın gününde uyarı cezası geldi, yayından kaldırılması şaşırtıcı olmayacak. Uyuklamaya devam edelim, 21’inci yüzyılın sultan kafasından çıkma kararları almış başını giderken, biz 16’ıncı yüzyılın sultanını tartışıyoruz. Son birkaç yılın bir dökümünü yapsak da bir görsek Kanuni dönemindeki otokratik keyfiyeti aratmayan neler neler oldu…

Artık canı ne isterse yapan bir hükümetimiz, Başbakan’a geçici yayın yasağı getirme yetkisi tanıyan nur topu gibi bir kanunumuz ve deniz kıyısında, otoyol kenarında, kır düğününde içki yasağı getiren bir yönetmeliğimiz var. Başbakan hızını alamıyor, Kars’taki “ucube” dediği heykeli yıkmaya bile kalkıyor. Mahalle baskısı, sivil dikta derken özgürlükleri kısıtlayıcı bu son müdahaleler, Başbakan’ın 23 Nisan’da koltuğuna oturan öğrenciye söylediği “İster asarsın, ister kesersin” zihniyetini ne boyutta bir güç sarhoşluğuna dönüştürdüğünün göstergesi.

Çoğulcu demokrasinin kurum ve kurallarının dönüşümden geçtiği çok sayıda toplum mühendisliği örneği enteresan bir denklem oluşturuyor. İktidar medyadan memnun değildi. En büyük medya grubuna tarihin en yüksek vergi cezası kesildi, şimdi grup satışta. Başka bir grup, tek şirketin (damat da genel müdür!) katıldığı bir ihaleyle satıldı. Muhalif köşe yazarları bir bir tasfiye edilirken medya giderek tek sesli hale geliyor.

İktidar TÜSİAD’dan memnun değildi. Sonunun Aydın Doğan gibi olmasından korkan işadamları nedeniyle yılların örgütü başkan seçemeyecek hale geldi. Üstelik referandumda anayasa değişikliğini açıktan desteklemediği için Başbakan tarafından “bitaraf” olmakla tehdit edildi. Krizde işsizlikle baş edemeyince TOBB Genel Kurul’unda, “Her biriniz bir işçi alsın işsizlik bitsin” şeklindeki garip iktisat teorisi makul bulunmadı diye koca koca işadamlarını, başkanları fırçalamaktan çekinmedi.

Tek fırça patronlara mı geldi? Doktorundan turizmcisine, “ananı da al git” denilen çiftçisine toplumun Başbakan’dan fırça yememiş tek bir kesimi kalmadı.

SİT alanı olduğu için Rize İkizdere’deki HES inşaatının durdurulmasına karşı, bürokratlardan oluşan bir kurul kurarak SİT alanı belirleme yetkisinin kullanımına bile müdahale eden bir iktidardan bahsediyoruz.

Üniversite öğrencilerinin protesto gösterisi yapmak için geldiği İstanbul’a sokulmadığı, polis tekmeleriyle karnındaki bebeği düşüren, biber gazıyla terbiye edilen bir üniversite gençliğinin “polisimiz gereğini yapacaktır” diye Başbakan tarafından tehdit edildiği bir dönemden geçiyoruz.

Protesto yok, eleştiri yok, muhalif yok. Muhteşem yüzyıl aslında budur. Bu dönemi iktidarın “biz ileri demokrasi getiriyoruz” diye tanımlaması nasıl bir ironidir? Yargıya bak AKP şekillendirmiş, medyaya bak AKP şekillendirmiş, restoranına bak AKP şekillendirmiş, üniversitelere bak AKP şekillendirmiş, işadamı örgütüne bak AKP şekillendirmiş, sendikaya bak AKP şekillendirmiş, daha fazla detaya lüzum yok, tabiatı bile AKP şekillendirmiş…

29 Aralık 2010 Çarşamba

Enternasyonal 1.0

Karl Marx ve Friedrich Engels 1848'de yayımlanan Komünist Manifesto'nun sonunda, 'Bütün Dünya işçileri birleşiniz' diyordu. Aradan geçen 162 yılda arzu ettikleri boyutta küresel bir işçi birliği kurulamadı ama Marx'ın hayali bugün tarihte hiç olmadığı kadar gerçeğe yakın olabilir.

Bunu mümkün kılabilecek olansa bir süre önce internette kurulan bir sosyal ağ: Unionbook! Facebook'u model alıp örgütlenen site üye, uzman ve yönetici olarak görev yapan dünyanın her yerinden sendikacıların sanal ortamda biraraya geldiği bir platform.

Şu an için ağırlıklı olarak Batılı ülkelerden 2800'e yakın üyesi var ve her geçen gün artıyor. Halen geliştirilme aşamasındaki unionbook.org adresli sitenin anadili İngilizce ve 30 dilde içeriğe sahip. Ayrıca siteye Türkiye'den de ciddi bir katılım var. İnternet bağlantısı olan işçi ve sendikacıların iletişim, örgütlenme ve dayanışma platformu olması hedeflenen Unionbook, doğrudan demokrasiye imkân tanıyan yapısıyla küresel işçi hareketi için Web-enternasyonalizmi döneminin kapısını aralamış olabilir.

Projenin arkasında Kanada merkezli LabourStart adlı bir ekip bulunuyor. Sitede farklı amaçlara dönük olarak çok sayıda grup kurulmuş. Bunlardan biri olan Sosyal Ağ Sendikacılığı grubu, ulusal sendikal üyeliklerin de korunarak işçilerin uluslararası birliğini hedefleyen bir sendika kurmak amacıyla bir tartışma platformuna dönüşme aşamasında.

Bu yazı Newsweek Türkiye'nin 27 Aralık 2010-9 Ocak 2011 tarihli 114/115'inci sayısında yayımlanmıştır.

14 Aralık 2010 Salı

Bin yılın sorusu: Batı ekonomik güce dönüşürken Ortadoğu neden geri kalmıştı?

9 Mayıs 1665. İstanbul'da bir mahkemede, o dönemde yeni rastlanan türde bir dava görülüyor. Kadının karşısında davacı olarak Mehmet adlı bir tüccar var. Mehmet'in şikâyetçi olduğu kişi ise İngiltere Büyükelçisi Heneage Finch. Mehmet, kendisine borçlanan bir grup İngiliz tüccarın ortadan kaybolduğu gerekçesiyle, alacağının tüccarlara kefil olan Büyükelçi tarafından ödenmesini istiyor. Söz sırası kendisine gelen Finch, İngiliz mağrurluğuyla kadıya Osmanlı devleti ve İngiltere arasında imzalanan bir kapitülasyon metnini uzatıyor. Anlaşma, bir İngiliz'in bulunduğu ticari davalarda eğer ortada bir belge yoksa iddiaların dinlenemeyeceğini hükmediyor. Anlaşmayı inceleyen kadı, Mehmet'ten iddiasını kanıtlayacak bir belge istiyor. Ancak elinde herhangi bir belge yok. Kadı davayı usulen reddediyor.

O dönemde saf Osmanlı tüccarlarının sadece verilen bir söze güvenerek başkalarına borç verebilmesinin arkasında, modern dünyada kullanılan ekonomik enstrümanlardan habersiz olmaları yatıyordu. Oysa Ortadoğu topraklarında ticaret yapan Batılılar yeni ticari yöntemlere yıllardır alışkındı ve bunları elde ettikleri ayrıcalıklarla Ortadoğu ülkelerinde de uygulayabiliyorlardı. Yaşam ve ticaret biçimlerindeki bu bölgelerarası farklılık, yüzyıllar içinde oluşan ve dünyanın kaderine damga vuran derin bir ayrışmanın küçük bir örneği sadece. Bugün insani gelişme endeksi, kişi başına gelir, okur-yazarlık oranı gibi gelişmişlik göstergelerinde Ortadoğu ülkeleri, OECD ülkelerinin epey gerisinde yer alıyor. Türkiye ise bölgede özel bir konumda. Bir yandan coğrafi ve tarihi bakımdan Ortadoğu'nun bir parçası olduğu için bugünkü ekonomik problemlerinin bir bölümünü bölgenin geçmiş dinamiklerinden devralıyor, öte yandan Osmanlı'nın son dönemlerinden başlayarak çizdiği farklı yörünge sayesinde ekonomik performansı bölgedeki diğer ülkelerden daha olumlu.

Yine de rekabet gücünü ve gelir düzeyini frenleyen, çözümü yapısal reformların hayata geçirilmesine bağlı olan temel problemler söz konusu. Örneğin, Türk şirketlerini daha yüksek bir standarda kavuşturarak rekabet gücünü arttırması beklenen yeni Ticaret Kanunu birkaç yıldır çıkarılamıyor. Başka bir problem Türkiye'nin iç tasarruf oranının düşüklüğü nedeniyle büyümek için dış sermayeye muhtaç olmasına rağmen iç tasarrufları arttıracak adımları atamaması. Bunun bir yolu şirketlerin halka açılarak kaynak temin etmesi. Ancak SPK ve İMKB'nin halka arz kampanyalarına rağmen şirketlerin çoğu geleneksel "aile şirketi" yapısını koruduğu ve kurumsallaşmaktan çekindiği için hisselerini halka arz etmeye pek yanaşmıyor. Öte yandan halkın sermaye piyasası kurumlarına duyduğu güvensizlik de önemli bir etken. Bu sorunların bir özelliği de her birinin İran ve tüm Arap ülkelerinde daha ciddi boyutlarda hüküm sürmesi.

Yüzyıllar boyu şekillenen davranış ve düşünce kalıplarının etkisiyle problemler birikerek miras kaldı. Avrupa Ekonomi Kuruluşu tarafından yapılan bir araştırmada dünyanın en önemli 1000 ekonomisti arasında yer alan yedi Türk ekonomistten biri olan, ABD Duke Üniversitesi Ekonomi Profesörü Timur Kuran yıllardır büyük çoğunluğunu Müslüman ülkelerin oluşturduğu Ortadoğu ile Avrupa'nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri arasındaki farkların nedenlerini araştırıyor. Avrupa ekonomik açıdan güçlenirken Doğu'nun neden azgelişmiş bir bölgeye dönüştüğünün izini tarihin derinliklerinde süren Kuran, son olarak 17'inci yüzyılda İstanbul'daki kadı mahkemelerinde görülen ticari davaların kayıtlarını kurduğu bir ekiple mercek altına alarak "Mahkeme Kayıtları Işığında 17'inci Yüzyıl İstanbul'unda Sosyo Ekonomik Yaşam" başlıklı, 10 ciltlik (İlk iki cilt İş Bankası Kültür Yayınları'nca yayımlandı) bir esere dönüştürdü. Dönemin ekonomik yapısını gözler önüne seren bu çalışmadan elde ettiği bulguların analiz edildiği ve Aralık başında ABD'de yayımlanan "The Long Divergence-How Islamic Law Held Back The Middle East" (Yollar Ayrılırken: İslam Hukuku Ortadoğu'yu Nasıl Geri Bıraktı) adlı kitabındaysa, Doğu-Batı gelişmişlik farkının temellerine ilişkin yeni tezler öne sürüyor. Kitabını ve çalışmalarını Newsweek Türkiye ile paylaşan Kuran'ın ulaştığı sonuçlar geçmişteki kimi araştırmalar gibi Ortadoğu'nun geri kalmışlığı sorununu dar görüşlü hükümdarlar, tutuculuk ya da İslami gericilik gibi klişelere bağlamıyor. Temel olarak iki bölgenin kurumsal yapıları üzerinden hareket eden Kuran, İslam toplumlarının sorununu devletin kendini yenileyememesinde değil, özel sektörün gelişmesini engelleyen hukuksal tıkanmalarda görüyor.

Yazının devamı 13-19 Aralık 2010 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde.
(Fotoğraf: Ersan Yiğitsözlü - AA)

Not: The Long Divergence, Princeton Üniversitesi Yayınları'nca Kindle versiyonuyla birlikte yayımlandı. Kitabın Facebook sayfası da şimdiden tartışma platformuna dönüştü.